ŞİİRİN VAZGEÇİLMEZ ÜÇ DÖNEMİ
Abdulhak Hamid, "En iyi
şiirlerim yazmadıklarımdır," demiş ya, dogrusu
"yazamadıklarım olmalı; öylesine derin ve güçlü
duygular, heyecanlar yaşamış ki, salt bu yüzden onları bir
türlü şiire getirememiş... Hamid' in, şiiri bir türlü
gereğince anlamadığı bundan da belli. Şiirin en iyisi, en
güçlü, en yüce duyguları, heyecanları anlatanı değildir
ki... Daha da ileri gidebiliriz ve şiir duyguları, heyecanları
anlatmaz, şiirin uyandırdığı duygu, heyecan, yaşamdaki
duygu değildir, olsa olsa ona benzer, o kadar, diyebiliriz.
İşte bu yüzden de,
"Şiirin kaynağı yaşam değildir, gene şiirdir,"
demişler. Ama "Şiirin kaynağı yaşam mıdır, yoksa
gene şiir midir?" sorusu dar tutuldu mu, ortaya iki
karşıt anlayış çıkıyor ki, bu iki anlayışın
çatışması, verimli bir eylem doğuracağına, bir kısır
döngüye gelip dayanmaktadır. Çünkü gerçekte yaşam ile
şiir arasında böyle bir karşıtlık yoktur. Bir ozan,
yaşadıklarını olduğu gibi, yaşamadıklarını da birer
gereç olarak kullanabilir ve diyelim ki bunların çoğunu da
yaşamdan değil, şiirden, şiirlerden öğrenir. Şiirin bu
dönemi, biriktirme dönemi diye adlandırılabilir. İşte
bundan sonradır ki şiirin kendi dönemine sıra gelir. Orada
ozan, yaşamış olsun, yaşamamış olsun, elindeki duygulara,
heyecanlara birer düşünce olarak, soğukkanlılıkla bakacak,
nerede ise bir bilim adamı gibi çalışacaktır. Artık bu
dönemde, "Elimde duygular, heyecanlar öylesine güçlü ve
derin ki şiir yazmaktan beni alıkoyuyorlar," diye
düşünmek ancak ozan olmamakla açıklanabilir bir durumdur.
İşte genel olarak şiir okurunun
ister istemez yabancı olduğu, anlamadığı, belki de
anlayamayacağı dönem bu dönemdir, uğraş dönemidir, herkese
kapalıdır, giderek büyülü, gizlerle dolu bir çalışma
sorunudur bu.
Ama bir ozan salt bu dönemin
kendine özgü yapısına çokça kapılarak, şiirin okura
bütün bütün yabancı olduğu kanısına çokça varırsa,
bence yanılır. Çünkü böylece yalnız ilk dönemi
görmezlikten gelmiş olmakla kalmaz, benim üçüncü dönem
olarak adlandırmak istediğim, şiirin yeniden okura, yaşama
dönüşü dönemini de yadsımış, yoksaymış olur. Gerçekte
ozanın işi, bir bilim adamı gibi çalışıp yarattığı
dönemde bitmiş değildir; şiirin tamamlanması, onun yeniden
yaşama dönmesi ile olur. İşte artık bu dönemde, ya da bu
dönem yüzünden ozan, toplumsal ödevinin bilinci sorunu ile
karşı karşıya gelir.
Bunun gibi, şiirin kendine özgü
tekniklerine, salt anlaşılmak için boş vermek, şiiri
yaşanmış duygular ve heyecanlarla çırılçıplak bırakmak,
kimi ozanlarca sanılıyor ki, okurla yakınlık kurmanın, tek
yoludur. Oysa bir şiirin kolaylığı, aykırı görünse de,
zorluğundan doğar; başka bir deyişle, okurun bilemeyeceği,
bilmesi gerekli de olmayan birtakım uğraş güçlükleri, ancak
ozanın ustalığı ile yenilebilir ve böylece şiir, neredeyse
damıtılmış olarak okura sunulur. Ama bu güçlükler, ne
küçümsenmeli, ne de gereğinden çok çapraşık
sayılmalıdır. Bunun ölçüsünü, ozan, kendi başına
bulacaktır.