BENİ BU ŞİİR DOĞURDU
Eylül ayıydı. Yıl: 2003. Ankara’da, Çankaya’daki evimden çıkıp yürüdüğümde, sokağımdaki at kestanelerinin kızarmış yaprakları dolanıyordu ayağıma. Hüzün mevsimiydi... Mevsimin etkisinin ötesinde hüzün bulutlarıyla yüklüydü göğüm. Dostlardan, arkadaşlardan, sevdiğim kadınlardan bile uzak duruyordum. Yaşam, nasıl da anlamsızlaşıyordu! Nefes almak bir yüktü sanki... Sabahlara uyanırken, yatağımda gözümü açar açmaz gördüğüm aydınlık, at kestanelerinin konuğu kuşların şarkısı, ışıldayan güneş, geceleri süsleyen yıldızlar... Her şey nasıl da anlamsız... Ve intihar ülkesine bir yolculuk ne kadar yakın... Yalnızlık bir girdap gibi çekiyordu. Hem seviyordum bu girdabın içinde yok olmayı, hem de sorguluyordum kendimi: “Ey Mahzun Doğan, sen bunca karamsarlığa düşecek, yaşama bunca yenilecek, köşelere çekilecek adam mısın?”
İşte böylesi duygular içinde, rakıya ve müziğe vurdum kendimi... Yaşama delice, umutla sarıldığım, aydınlık günlerin düşüyle kendimi bile unuttuğum gençlik yıllarım geliyordu sürekli gözümün önüne... Bu duygu durumuna denk düşen müzikler dinliyordum... 1970’li yıllarda ruhumu besleyen müzikleri... Ruhi Su, Rahmi Saltuk, Zülfü Livaneli, Ali Asker, Mahzuni Şerif, Aşık İhsani, Sadık Gürbüz, Selda Bağcan... Anılarım tuttu elimden... O, anılarda kalan güzelliklere, unutulmayan dostluklara, peşinden koştuğum, gerçeğe dönüşeceğine adımdan daha çok inandığım ütopyalara döndüm. Oradan başlayabilirdim yaşamla barışmaya... O anılara yakışan bir yüz edinebilirdim yeniden, onların görkemiyle besleyerek ruhumu... İçine düştüğüm karamsar tablo, benim yaşamım olamazdı. Özür dilemeliydim anılarımdan...
Böyle bir gecede yazdım “Bağışlanamam” şiirini. Unutmam, şiiri bitirdiğimde, gecenin ilerleyen saatleriydi. 03 falan... Ortaokul yıllarından bu yana arkadaşlığıyla, dostluğuyla güç bulduğum sevgili Serdar Şengün’e telefonda okudum. Yetmedi, bir arkadaşıyla kalkıp bana geldiler... Yeniden yeniden dinlediler şiiri, o alkole ve hüzne batmış sesimden... Sabaha doğru... Ve yine unutmam, Can Yücel’in CD’sini koymuştum müzik setine... Can Baba’yı da dinlemiştik o gece...
Şimdi gelelim şiirdeki ayrıntılara...
Şiirin ilk bölümü şöyle:
“Gençliğimin kenar süsü yazlık sinemalar
Çınaraltı, Ülkü… Beyazperdeden arkadaşım Melike Demirağ
Gecelerimi aydınlatan ayışığı, bağışlama beni
Kırk yıl damarımda açan çiçek, ey güzel ütopya
Bağışlama. Bağışlanamam.”
Yazlık sinemaları, son demlerinde tanıdım. 1979 yılıydı ailemin İzmir’e göçmesi. Öncesinde tanıma şansım yoktu. Türkiye coğrafyasının batısında olmakla birlikte, uygarlığın bütün ürünlerinden uzak, sonradan doğuda gördüğüm kimi mezralardan bile geri, yüzyıllarca geride yaşayan bir köydü çünkü doğup büyüdüğüm yer... 1979’da ailem İzmir’e göçtüğünde ben, Manisa Demirci İlköğretmen Okulu’nda yatılı öğrenciydim. O yıl, yaz tatilinde artık o küçücük Düzlüce Köyü’ne değil, İzmir’e gidecektim. Ağabeyim aldı beni terminalden. Bilmiyorum çünkü İzmir’i... Bindiğimiz otobüs, Konak Meydanı’na yaklaşınca denizi gördüm. Deniz! O ne büyülü bir andı. Artık okyanuslarda kulaç da atsam, o deniz değil bu! O büyü başka birşey...
İzmir’in Buca ile sınırında, Şirinyer’de bir kenar mahalle... Konak’tan bindiğimiz ikinci otobüsün bizi götürdüğü yer... Artık yazlar o mahallede geçiyordu. Televizyonumuz bile yoktu evde. Gürçeşme’de oturan ablamlara, “Kaçak”, “Dallas” v.b. dizileri izlemeye giderdik. Onların bir televizyonu vardı: Siyah beyaz. Bütün televizyonlar siyah beyazdı o yıllarda... Renk girmemişti henüz Türkiye’ye... Özal’lı yılları bekliyordu renkler... Gece ablamlardan yaya olarak dönerken, yanından geçtiğimiz bir yazlık sinema vardı: Sarıçam Sineması. Yalnızca akşamları film gösterimi yapılırdı. Yazlık sinemada gündüz film gösterimi olmaz ki... Sinema yönetimi, oynatacağı filmleri, mahalle aralarında dolaşan kamyonetlerle duyururdu. Hoparlörden, filmin adı okunup, “Bu akşam sinemamızda...” denirdi. Kamyonetin her bir yanında ise filmin afişleri... O sinemada, İzmir’deki adıyla “çiğdem” çitleyerek, az film izlemedim. Ferdi Tayfur’un oynadığı filmlerdi çoğu... Bir de, Rahmi Saltuk’un (O da sinema sanatçısı değil ama...) oynadığı ve yönettiği “Almanya Acı Vatan”ı orada izledim...
Sonra, İzmir’in ünlü Ülkü Sineması vardı. Yine yazlık... Orada ise başrollerinde Yılmaz Güney’le Melike Demirağ’ın oynadığı “Arkadaş” filmi ile Tarık Akan’ın rol aldığı “Maden” filmini izlediğimi anımsıyorum. Şiirimin ilk bölümündeki sinema adlarından Ülkü bu anıları taşır. “Çınaraltı”ise yanlışlıkla girdi bu şiire. Kastım, Sarıçam Sineması’ydı ama, o şiiri yazdığım gece adı usuma yanlış olarak, “Çınaraltı Sineması” şeklinde geldi. Öyle girdi şiire. Artık değiştirmeyeceğim.
Yılmaz Güney, benim idollerimden biridir. Che Guevera gibi, Deniz Gezmiş gibi, Mahir Çayan gibi... İyi ki öyle! Hâlâ anısıyla kendimi onardığım bir insan... Onunla aynı filmde oynayan Melike Demirağ’sa, idol düzeyinde olmasa da, sevdiğim bir sanatçı. Şiirimde, “Beyazperdeden arkadaşım Melike Demirağ” derken, o güzelim “Arkadaş” filminin adına da bir gönderme var zaten. Yoksa, Melike Demirağ’la tanışmışlığım bile yok... Ama arkadaşım işte...
“Kırk yıl damarımda açan çiçek, ey güzel ütopya” mı? Vallahi komünizm. Hâlâ güzel ve hâlâ ütopya...
Gelelim şiirin ikinci bölümüne:
“Taş duvarları Demirci Hapishanesi’nin
Avlusunda güneşi öptüğümüz fotoğraf
Dilimden düşmeyen slogan: Bir ki…
Çocuk bakışlarımı güzele boyayan
Eskimiş yanlarımı onaran yeşil vadi
Beş yüz yıldır kalbimi ısıtan Mona Lisa”
Burada ne çok görüntüyü üstüste bindirmişim böyle... Ben bile şaşıp kalıyorum. Demirci Hapishanesi... 1970’li yılların ikinci yarısı... Ortaokul ve lise öğrenciliğim... Hemen her gün olay var okulda... Arkadaşlarım alınıp alınıp götürülüyor polislerce. Bazen uzun yatıyorlar içerde, bazen yalnız birkaç gün... Ama tutuklanan, göz altına alınan arkadaşımızın hapishane çıkışında, toplanıp gidiyoruz... Bir şölene dönüyor Hapishane çıkışı... Marşlar, sloganlar... Orada, Demirci Hapishanesi’nin (Demirci, Manisa’nın ilçesi) önünde, Şevket Uzun adlı bir dostumun hapishane çıkışında çektirdiğimiz bir fotoğraf var... Siyah beyaz bir fotoğraf karesinde en az 30 kişiyiz... Bu dizede anılan “güneşi öptüğümüz fotoğraf”tır o! Hâlâ durur albümümde.
“Dilimden düşmeyen slogan” mı? Şiirde, “Bir ki...” deyip bıraktığım... Hani, anımsayan anımsasın, dercesine... “Bir, ki, üç, daha fazla Vietnam”. Bütün mitinglerimizde, gösterilerimizde attığımız sloganlardan biriydi.
“Çocuk bakışlarımı güzele boyayan / Eskimiş yanlarımı onaran yeşil vadi”, Salihli’dedir. Manisa’nın Salihli İlçesi’nde... Bozdağ diye bir yer. Demirci Öğretmen Lisesi’nden arkadaşlarla yıllar sonra yeniden buluşmaya başladığımızda, ilkini Dikili’de yapmıştık. Sonra Bozdağ’da buluştuk. Ordaki tesiste, sabah, daha doğrusu öğleye doğru uyandığımda, balkona çıkıp arkadaki manzarayı seyretmiştim. Müthiş bir vadiydi... Şenlenmişti gözüm ve gönlüm... Şiirde anılan vadi orasıdır.
Mona Lisa’yı sormayın n’olur?
Şiirin üçüncü bölümüne geçelim:
“Sevdiğim kadınların dokunduğu kapı zilleri
Sen de ey kayısı ağacı, gövdene dayayıp sırtımı
içtiğim şarap: Öküzgözü, Buzbağ
Alnımı okşayan akşam rüzgârı, saçımı savuran
Ekmek torbamda taşıdığım kitap: Memleketimden İnsan Manzaraları”
Yaşamımda en mutlu olduğum anlar, sevdiğim kadınların gelişiydi galiba... Onu bekliyorsun, sabırsızsın, dolanıp duruyorsun ortalıkta... Zil çalıyor... Daha ne ola ki! İşte o anlardan özür diliyorum. O mutluluktan, coşkudan...
Kayısı ağacı mı, hani o gövdemi dayayıp şarap içtiğim... Ankara Yenimahalle’de, belediye otobüslerinin son durağına on metre mesafede, Esentepe Sokak’ta oturduğum evin bahçesi... Orada bir kayısı ağacı vardı. Yıllar sonra, dostlarım Fikri ve Yurdan Akbin’i evlerine bırakmak için gitmiştik bir gece... Arabadan indiğimizde, onları evlerine yolculadıktan sonra, gidip baktım, yıkılmış buldum o evi. Anılarımda, yıkılmamış haliyle duruyor ama... Yaz akşamları, o bahçede, öğrenci bütçesinin elverdiği şaraplarla (Damacanaydı ama... Şişede... Şimdiki gibi plastik değil yaşam) geçen anlar... Sevgili Ağabeyim (Ramazan), yenice öğretmen olmuştu. Saçları dökülmemişti henüz. İzmir’den okuluna (Ordu, Ulubey İmam Hatip Lisesi) giderken uğramıştı... Sakarya’da içtik biraz. Eve vardık, şarap aldık eve giderken de.. O kayısı ağacının dibinde, şarap içerken, Nevzat Çelik’in “Şafak Türküsü”nü ezbere okumuştu. O yıllarda dinlemezdim Ahmet Kaya’yı... Meğer o bestelemiş bu şiiri... Nereden bileyim. Unutmam, “Ağbi, senin şiirin mi yoksa?” diye sormuştum. Etkilemiş, sarsmıştı. Anılan işte o kayısı ağacı. Artık olmayan...
Ve daha da geriye savruluş: Henüz ilkokul öğrencisiydim. Köyümüzde... Okulun olmadığı günler, yani ki yaz ayları, gündüzler kırlarda öküz otlatarak geçerdi. Öküz otlatmaya giderken, sırtımda bir parça ekmek, bir kaç domates, belki haşlanmış bir yumurta bulunan azık torbam olurdu. O torbamda kitaplar olurdu bir de... Azık torbamda taşıdığım kitaplar arasında, “Aşık Veysel”, “Karacaoğlan”, “Köroğlu”, “Kerem ile Aslı” kitaplarını anımsıyorum... Bir de, Yılmaz Güney’in, “İki Ekmek, Kapı ve Pencere Camı İstiyoruz”unu... ve “Memleketetimden İnsan Manzaraları”nı. Nâzım Hikmet’in o eşsiz kitabı... O küçücük çocuğun torbasında ne arıyordu? Çocuk muydu arayan, kitap mı?
Geçelim...
“Dikiş tutmaz yaram, ruhum yama istemiyor
Yalvarsam, yıkar mı ıslığımı anılar?
Sorularım bana bıçak, sorduklarıma meze
Yorgunum, ne yana kulaç atsam”
Bu dizelerse, başta anlattığım ruh halimi veriyor. Anılara yalvarmak, o gençlik yıllarımdaki coşkulu ıslığı yeniden edinmek arzusu... Bunca örselenmişlikten sonra... Gel gör ki, sorularım beni kanatıyor ancak... Bu nasıl bir yalnızlık hali! Birilerine sorsam da, konuşsam da içkisine meze ediyor.. O kadar... “İnsan yalnızdır”a çıkan bir süreç oluyor konuşmak...
Şiirin bitişi, aynı duygu durumunun anlatımı:
“Artık ne bir liman, ne bir güneş
bir daha doğup batmak üzre
Kaldığım yer neresi, kuş olsam
fenerini söndürür gök, yağmur boşanır
Bir saçakaltı bulamam
Bırakayım bir boşluğa, sallansın bedenim
Ya da uzan elim uzan, yastık altında uyuyor revolver”
***
Beni bu şiir doğurdu. Hâlâ nefes alıyorsam, aranızdaysam, yeni dizeler yazıyorsam, bu şiire borçluyum. Anılarım, beni bağışladı mı bilmiyorum. Ama, “Bağışlanamam” demiştim zaten...
Ankara, 8 Ekim 2004