KÜSKÜN DESTANCIK


Hasan,
Küskün Hasan,
Ali’den olma, Fatma’dan doğma,
Vefasızlıktan ölme…
Saçlarına iyi bakan,
Sakallarını taramadan sokağa çıkmayan,
Arabasını sırtından eksik etmeden
yürüyen
yürüyen
yürüyen…
İnsanların küstürdüğüne bakıp hayata küsmeyen,
Sakalını saçına yoldaş edip uzatan…
Küskün Hasan,
Köpekleri ve çöpleri dışında her şeye küsen,
Küskün…
Her gece çıkar tiksinilen fakirliğinden,
İki köpeği bağlar arabasına,
Yürür, denize eşit gider yolu.
Sahilden kaybolur bazen, sırtını verip tırmanır yokuşu,

Hafif bir yel eserse kıpırdanır saçları, uçuşur.
Döner gülümser ara sıra köpeklerine,
Sıcaklığını yeniden bulur,
Saçını sakalına yoldaş edip uzatır.
Arkasına nice yoldaşı takılır,
Eski İstanbul’un tenhalığını bulur gecenin boş sokaklarında.
Ampulünü gevşetmiştir dünyanın,

Tek harfine gözünü kaydırmadan,
Çin seddine hayran olmayan,


Bir köpeklerine bir de çöpüne bakar Hasan.
Saçını sakalına rüzgâr edip uzatır.
Gazeteleri eşeleyip atar kenara,


Bombalardan bihaber Hasan
Ki yıllar önce tövbe etti.
Etliyi sütlüyü bırakıp çöplüğü seçti.
Dünyanın çöpünü toplayan Hasan,
Bir gece daha çıktı temizliğe,
Çöpten çıkaracağı ekmeğine…
Simi dökülmüş aynasında taradı saçını sakalını,
“İpek gibi” dedi içinden,
Annesinin saçlarını düşündü,
Baktı köpeklerine, ışıldayan gözleriyle,

Vurdu arabasını sırtına.
Kirden rengi değişen çuhasıyla,
Bazen kollarının altına sokulan,
Bazen elleriyle kavradığı,
İki tekerleği ve iki tutamacıyla,
İki tutamacına bağlı yoldaşlarıyla
Koyuldu bomboş yollara…
Yeşil parkasının bir cebinde delikli nüfus cüzdanı,
Birinde yoldaşlarına vereceği ödül fındıklarıyla yola düştü Hasan.
Tövbeli bir geceye koyuldu,

Saçı sakalı rüzgârı koklayan Hasan,
Eğilip yelelerine sarıldı Boz’un,
Sarıldı,
yıllardır sarmalanmayan,
koklamayan,
koklatmayan Hasan.
Huysuzluğu üstünde nice geceleri geçirmişti,
Karşılıksız sevgilerine rağmen tak etmişti canına,
Yeleleri yetmemişti, sarıldığı tüylü boyunlar yetmemişti.
Dünyanın güneşiyle birlikte görüp, terk etmeyi düşlemişti.
Her yeter artık düşünde burundan gelen derin bir ağlamayla mühürledi göğsünü,
Saçma deliklerine baktı göğsünün etrafında…
“Tövbe” dedi bir daha.
Ellerinin üstünde Boz’a baktı,
Mağrur’a hiç dayanamazdı.
Ha gayretle bir daha daldı çöplerinin içine.


O gecenin bir huysuzluğu vardı,
Saçları sakallarından ayrılmadan yürüdü.
Kara duvarlı kara binanın telefonu zangırdamıştı.

İhbar gelmişti,
Villalar rahatsız olmuştu,
Saygın konuklara rezil olunmuştu,
Götü kaymaklı misafirler rahatsız olmuştu,
Köpek havlamaları kulaklarını cırmalamıştı.
Hasan habersiz çöpleri eşeledi yine.

Boz’a bir huysuzluk düşmüştü,
Hayırsız bir çekiştirme almıştı inatçı boynuna,
Boyun kasları gerdikçe zinciri çöp arabasına yapışıyordu Hasan.
Bıraktı çöpleri, eğildi kulağına arkadaşının…
“yavaş ol” diye fısıldadı insanlarla konuşmayan Hasan.

Işıkları fark ettiyse de kondurmadı kendi küskünlüğüne.
Küsmek de suç değildi ya,
“İnsanların hepsine küsmek suç değil ki” dedi içinden.
Dibinde bitti devriye,
Anladı Hasan gecenin huysuzluğunu,
Çember olmuştu peşindeki arkadaşları,
Yapıştı iki tekerlekli çöp arabasına.


Şikâyet vardı, dünya huysuzdu.
Bütün dünya şikâyetçi sayılabilirdi Hasan’dan.
Dünyanın parasını döndürenler dünya adına şikâyetçiydi.
Celebin aklında bu vardı,
Soğuk havaya çıkıp deli peşine düşmüştü.
Evinde sıcak yatağında olmak varken,
Çöpçü kovalanıyordu üç otuz paraya.
Hasan küslüğüne sadık ağzını açmadı,
Yıllar sonra en yakınlaşan insana bile açmayacaktı ağzını.
Gecenin de celeplerin de sabrı yoktu.

Celepler kaldırdı sopalarını,
İndirmeleriyle yığıldı Hasan,
Bırakmadı arabasını.
Çemberi daraltanlar önce irkildiler,
Sonra çekildiler.
Hasan yedikçe tekmeyi,
Saldırmaya çalıştı Boz,
Mağrur atıldı ileriye.
“vurmayın” diye bağırabildi Hasan.

Saçından kavrayınca celep, yuttu soluğunu.

Hasan bırakmadıkça arabasını
celepler paralıyordu yoldaşlarını.

Yüreğinin mührü akmaya başladı içine.
Delik deşik oldu göğsü,
Her kalkışında sopanın,
Anladı bir kez daha.
Tövbe etmekte,
Ampulünü gevşetmekte,
Hiçbiriyle konuşmamakta,

Rahat bırakmayacaktı Hasan’ı.
Kurtarmayacaktı Hasan’ı yerde sürüklenmekten.
Saman yığınları devriliyordu sanki üstüne.
Her yığın katmerliyordu çığlık çığlığa yüreğini.
Bağırmamak için ağlayan gözlerini.
“Anne kurtarsana beni” diye geçirdi içinden.
Bir melek olmadın mı ölünce,
Sen daha güçlü değil misin?

Görünmez değil misin?
Kurtar Boz’umu, Mağrur’umu…
Vadiler üstüne kapanıyordu Hasan’ın.
Kömür olacak asırlar sonra bedeni.
Celepler kaldırıyordu sopalarını,
İndirdikçe ellerini,


Hasan anlıyordu Boz’un canının yanışını.
Boz’un ağzından gelen kana baktıkça yerden kaldırdığı başıyla,
Dağlandı yüreği,
Göğsünün mührü içeriye damlıyordu.
Derinden ağlamaları duyuldu Mağrur’la, Boz’un.

Şikâyet vardı,
İnsanlara küsüp, köpeklerle barışmıştı Hasan.
Kimlik numarası almamıştı,
Asgari ücrete kaydını yaptırmamıştı,
Herkese “ne işin var ulan” diye sorulduğu saatte çalışmaya çıkıyordu,
Deliydi Hasan,
Sabah yedi’de işe kalkmıyordu,
Çoluk çocuğun rızkı derdi olmuyordu,
Karısı olmuyordu,
Evinin tuzu biberi hiç gelmiyordu,
Hırlı mısın Hasan?
“Bırak ulan arabayı” diye kükredi bir celep.
Patronlar bunca parayı,
Seni dinlemek için mi verdiler bu evlere Hasan.
Köpeklerini dinlemek için mi verdiler,
Çöplerini karıştırasın diye mi verdiler?

Daha dağlanmasın diye yüreği,
Bıraktı arabasını…
Gece yavaş yavaş kapanıyordu,
Saçlarından kaldırıp bindirdiler otomobile.
Açmadığı ağzından “Boz” kelimesi düştü.
Kükredi celep,
“sıçtırtma ulan Boz’una”.

Düştü başı önüne, yolunan saçlarının dipleri sızladı.
Dolmasın diye gözleri, ısırdı dudaklarını,
Denize çevirdi başını.
Karanlık,
Bu gece karanlık,
Hasan’ın yüreğinin son parçası kırık,
Saçları darmadağınık,


Annesi ziyaretine gelmemiş yatılı bir çocuk…

Arabası, arkadaşları sersefil bağlı kaldılar.
Konuklar rahat,
Kahkahalar,
Viskiler,
Deniz manzaraları siteler,
Ne güzel İstanbullar kaldı yedi tepeli şehirde…


Hasan kımıldamadı yol boyunca,
Mecburi bir yolcuydu kanadıkça…
Ağlamadı,
“Vurma” demedi…
El aman etmedi,
Gece kapandı yüzüne,

Nezaretin kapısıyla birlikte…
Saçı sakalı ipek gibi avuçlarına döküldü Hasan’ın…
Küskünlüğünü bozmadan dinledi küfrü kelemanı…

Dönmeyen diline değdirmedi tozlu gözyaşını.
Kıvrıldı bir kenara,
Devamlı ıslatılan yerlere kıvrılamadı,
Dört duvar bir de yerden vurdu soğuk…
Büktü boynunu, baktı yere…
Bekledi çeyrek asır sonra nezaret hanenin penceresinden
ışığını göreceği dünyayı…
İçeriden tok bir ses geldi,
“akıllandıysa bırakın deliyi”

 

Volkan İPEK