Şaribül leyli ven nehar iki insan: Babam ve Metin Eloğlu Amcam (*)

 

Aysıt TANSEL

 

 

            Metin Amcam (Eloğlu) çok rakı içerdi. İçmeye gündüzleri başlardı. Akşam da babamla beraber devam ederlerdi. Edebiyat öğretmeni annem Kalbiye Tansel, Metin Amcam için, “Şaribül leyli ven nehar.” demişti. Türkçesi “gece ve gündüz içer” anlamına geliyormuş.

            Onların bu kadar çok içmelerine bizler üzülürdük. Bir akşam babamla Metin Amcam Şehir Kulübü’ne gittiler. Gece, geç vakit, annemle ben yatarken hâlâ gelmemişlerdi. Geldikleri zaman rakı içmesinler diye ben, evdeki dolu rakı şişelerini toparlayıp görünmeyecek bir köşeye, oturma odasındaki kitap kutusunun arkasına sakladım. Onlar gelip yatmışlar. Sabahleyin erkenden annem, babam ve ben okullarımıza gittik. Bizler gittikten sonra kalkan ve resim çalışmaya başlayan Metin Amcam, rakı içmek istemiş, şişeleri bulamamış, evimizin yakınlarında rakı satan dükkân bulunmadığı için rakısız kalmış, öğleyin saat bir gibi babamla ben eve geldik. Metin Amcam telaşlı, babama rakı şişelerinin nerde olduğunu sormuş, babam da “bilmiyorum!” demiş. Sonra, beni yanlarına çağırdılar, “Rakı şişeleri nerede?” diye sordular. Ben de bir önceki akşam yaptığımı hatırlayıp, onlara rakı şişelerini sakladığım yeri gösterdim. Önce biraz kızar gibi oldular, ama sonra gülmeye başladılar.

            Metin Amcam yumurtanın beyazından nefret ederdi. Sebebini şöyle anlatmıştı. Küçükken bir gaz yağı şişesini, su şişesi sanarak tepesine dikmiş yanlışlıkla. Annesi Nahide Hanım, bu durum üzerine hemen bir kaç yumurtanın beyazını çırparak ona içirmiş. Gaz yağının zararlı etkisinden kurtulmuş, ama bundan sonra da yumurtanın beyazından nefret eder olmuş. Bu sebeple annem dikkat eder, terbiyeli kereviz yaptığı zaman filan yemeklere yumurta beyazı koymazdı.

            Bir akşam Metin Amcam’la babam, salonda içkilerini yudumlayıp sohbet ediyorlarken, annem mutfakta yemek yaptı. Ben de onlara sigara böreği hazırladım. Bilirsiniz, sigara böreğini sardıktan sonra, böreğin açılmaması için yufkaya azıcık yumurta akı sürülerek yapıştırılır. Ben de azıcık yumurta akından bir şey olmayacağını düşünerek öyle yaptım. Sonra yağda kızarttık ve bir tabak içeri salona götürdüm. Birkaç dakika geçmemişti ki Metin Amcam’la Babam beni çağırdılar. Ne olduğunu anlamak için, ama beğenmiş olduklarını düşünerek yanlarına koştum. Metin Amcam, “Gel bakalım Aysıt” dedi, “Bu sigara böreklerini kızartmadan önce bolca yumurta akına buladın mı?” Ben de yüzüm kıpkırmızı kesilerek “Azıcık yapıştırmak için kullandım” derken nasıl mahçup olmuştum.

 

Rakı, turşu ve elmalı, güllü çorba

 

            Metin Amcam turşuyu çok severdi. Annem sonbaharda iki küp turşu kurardı. İçerisine patlıcan, salatalık, biber, domates vs. sebzeleri koyar, sarımsak dişleri, maydanoz, turşu otu eklerdi. Kış mevsimi ilerleyip salatalık vs. bittikçe, annem küp içine havuç, lahana eklerdi. Bu küplerden bir tanesi mutfaktaki çeşmenin altında dururdu. Metin Amcam, buradan bir tabak turşu doldurur, rakısına meze yapardı. Yaz aylarında ise kendisi günlük biber turşusu hazırlardı. Dolmalık veya sivri biberleri hafifçe haşlar, dilimleyerek derince bir tabağa dizerdi. Sarımsağı tuzla ezip, sirke ile karıştırıp biberlerin üzerine dökerdi. Birgün sonra bu harika bir biber turşusu olurdu. Yaz aylarında bunu yapardı. Babam da Metin Amcam da çok severlerdi. Akşamları rakı mezesi olarak masaya gelirdi.

            Metin Amcam mutfak işlerinde çok becerikli idi. Çok iyi yemek yapardı ve yemek yapmasını severdi.

            Akşamları rakı içip yemek yedikten sonra, yatmadan önce de bir şeyler yer içerlerdi. Bu genellikle babamın yaptığı çorba olurdu. Babam, çorbanın içerisine elma doğrardı. Ayrıca, çorbanın içerisine gül çiçeği yaprakları da koyarmış. Çok lezzetli bir çorba olurdu. Eğer hâlâ uyumamışsak çorbadan bizler de içerdik. Gece yarısı yaptıkları şeylerden biri de kaşarlı peynir kanapesi idi. Bunu da Metin Amcam yapardı. Ekmek dilimini ufak karelere böler, üzerine kaşar peyniri ve maydanoz koyar, en üstüne de kırmızı biber ekerdi. Bunu elektrikli ocakta hafifçe kızartırdı. Peynirler erir ve hemen bir tabakta masaya getirirdi. Çok lezzetli olurdu.

            Yemekten açılmışken, Metin Amcam bana “Zıp zıp köftesi” yapmasını öğretmişti. Kıymadan yapılıyordu. Bahçede bol maydanoz olduğu için, içerisine bol maydanoz konuyordu. İçerisine suda ıslatılmış ekmek içi konuyordu. Yuvarlak top gibi şekil verilip bol zeytinyağında kazırtılıyordu.

            Ayrıca, zeytinyağlı biber dolması yapmasını da Metin Amcam’dan öğrenmiştim. İçini hazırlarken pirinci bana ayıklatmıştı. Soğanı ince doğramıştı. Bahçeden nane toplayıp doğramıştık. İki küp kesme şeker koymuştu. Sonra dolmalık biberleri, fazla sıkıştırmadan hafifçe bastırarak doldurmuştu. Tadı hâlâ damağımda, çok lezzetli bir biber dolması olmuştu.

            Metin Amcam bir de patlıcanlı börek yapardı hazır yufkadan. Önce patlıcanlar közlenir, soyulur, doğranır, yeşil biber, soğan ile kavrulur iç hazırlanırdı. Sonra, tepsiye bir yufka parçası bütün olarak konur, üzerine yoğurt-süt-yağ karışımı gezdirilir. Bir kat daha yufka parçaları konur, yine yoğurt-süt-yağ karışımı gezdirilir. Bu, bir kaç defa tekrar edildikten sonra, hazırlanmış olan patlıcan içi döşenir ve üzeri yine aynı şekilde bir kaç kat yufka, yoğurt-süt-yağ karışımı ile bezenir. Bundan sonra elektrik ocağında altı-üstü kızartılır. Çok güzel börek olurdu.

 

Konya’da yapılan tablolar

 

            Bir yaz, Metin Amcam Konya’da, bizde üç ay kadar kaldı. Konya Öğretmenler Derneği’nin sipariş verdiği büyük bir tabloyu yaptı. Bu kocaman tablo, misafir odamızda bir duvardan öteki duvara kadar uzanıyordu. Odanın iki ucunda duran iki koltuğun kolları üzerine yerleştirilmişti. Sabahları kalkar, bu tablo üzerinde çalışırdı. Ben Haziran sonunda, liseyi yatılı okuduğum Adana’dan Konya’ya dönünce, bu tablo üzerinde çalışıldığını gördüm. Bir gün bana, Metin Amcam “Gel sana ödev vereyim” dedi. Tablodaki genç adamlardan birinin gömleğini puantaj yapmamı istedi. Ben de özene bezene yaptım. Tabii, o öyle kalmadı. Kendisi üzerinden geçti, değiştirdi. Tablo çok anlamlı bir tablo idi. Ön planda bir kadın, bir erkek öğretmen vardı. Bu iki kişinin yüzünü hâlâ hatırlarım. Kararlı bir ifade vardı yüzlerinde. Arka planda, başka figürler vardı; bir tanesini Köy Enstitülü diye nitelendirmişlerdi babamla. Yarı aydınlanmış, yarı aydınlanmamış insan figürleri vardı. Bir de karanlık güçleri temsil eden figürler... Ön plandaki kararlı öğretmen çift, yılan ve çiyanların olduğu bir ortamda gururla ilerliyor, göğüs geriyorlardı. Çok anlamlı, güzel bir pano idi. Bittiğinde, Öğretmenler Derneği’nin, o zaman yeni olan salonunun duvarına monte edilmişti. Hâlâ orada duruyor olmalı.

            Metin Amcam Konya’da kaldığı sürelerde bir çok tablo yapardı. Bunlardan bir tanesi ablam Çiğdem’in portresi idi. Bu tablo üzerine çok uğraştı. Annem, “Çiğdem’e benzemiyor” dedi. Bunun üzerine bozdu, yeniden yaptı. Elinde bir çiçek tutan kız portresi idi. Ablam Çiğdem, Adana’ya okula gittiği zaman, Çiğdem’in fotoğrafına bakarak çalıştı. Bir yıl bitiremedi. Ertesi yıl geldiğinde yeniden uğraştı. Sonunda bitirdi. Ayrıca amcamın kızları, Aysel ile Ayşe’nin resimlerini de yapmıştı.

            Metin Amcam’ın bir gelişi Sonbahar idi. Ben orta bir veya ikideydim. Türkçe öğretmenimiz Cumhuriyet Bayramı tatili için ödev vermişti. Cumhuriyet Bayramı ile ilgili duygularımızı yazacaktık. Ben, uğraştım bir sayfa yazdım. Metin Amcam’a getirdim, okumasını istedim. Okudu, sesini çıkarmadı, elime geri verdi. Ben illa ki bir tepki almak istiyordum. “Bu ödeve, on üzerinden kaç verirsiniz?” diye ısrar ettim. Durdu durdu, “Beş veririm” dedi. Nasıl bozulduğumu, üzüldüğümü hatırlıyorum. Demek ödevi begenmemişti, ama yine de geçer bir not vermişti. O sırada ikisi de öğretmen olan annem ve babamın bana teselli sözleri söylediklerini ve bunun üzerinde durmadıklarını hatırlıyorum.

 

Evlerinin önü mersin

 

            Akşamları, Metin Amcam’la babam rakılarını içerlerken, bazan ağabeyimden saz çalmasını isterlerdi. Ağabeyim de sazını akord eder çalardı. Babamın en sevdiği türkü, “Evlerinin Önü Mersin” türküsüydü. Ayrıca, “Gesi Bağlarında Dolanıyorum” türküsünü de severdi. Bir de “Devem Yüksek Atamadım Kilimi”...

            Metin Amcam, bir seferinde bana armağan olarak İstanbul’dan bir kitap yollamıştı: İliad ve Odyssey. İngilizce büyük boy, resimli, çok güzel ciltli bir kitaptı. Hâlâ saklarım bu kitabı. İliad ve Odyssey’in özeti idi. İngilizcesi çok güzel ve resimleri orijinaldi. Okumaya çalışmıştım. Ama asıl, İngilizce öğrenmeye yoğun olarak zaman ayırdığım üniversite yıllarımda bu kitabı okumuş, ödev hazırlamakta kullanmıştım.

            Metin Amcam, ablam Çiğdem’e ve bana “prenses” derdi. Mektuplarında bizlerden bahsederken “prensesler” diye bahsederdi. Nedenini bilmiyorum. Belki annemiz ve babamız bizlere çok ihtimam gösterdikleri içindir.

            Metin amcamın gelişlerinden birinde ben tavşan besliyordum. Orta bir veya orta ikide olduğumu sanıyorum. Sekiz tane yavru tavşan, bir de anne tavşan olmak üzere tam dokuz tavşanım vardı. Sabahları okula gitmeden önce yiyeceklerini verirdim. Akşam yine beslerdim. Bazan yuvalarından çıkıp bahçede serbest bırakır sonra tekrar yuvalarına koyardım. Onları toparlamak çok zor olurdu, onun için çok sık serbest bırakmazdım. Bir de babamın güllerinin körpe filizlerini yiyiverirlerdi. O zaman üzülürdüm. Babam onları beslemem için kışın bir at arabası dolusu lahana almıştı. Her gün bir-iki lahana yuvalarına yuvarlardım. Yerlerdi. Bu tavşanlarla çekilmiş bir çok fotoğrafım var. Onlar benim için çok hoş bir oyalantıydı.

            Metin Amcam, sonbaharda, İstanbul’a dönerken, tavşanlardan bir çift götürmek istedi. Ben ise kesinlikle tavşanlarımı vermeye kıyamıyordum, sesimi çıkarmıyordum. Ama sonunda “olur” demek zorunda kalmıştım. Çünkü, “hayır” dememin doğru olmayacağı konusunda annem ve babam ikaz etmişlerdi. Halbuki, komşularımızdan Matematik öğretmeni Hilmi Beyler benden tavşan istiyorlardı, ama ben vermiyordum. Metin Amcam giderken bir sepetin içerisine iki tavşan koyduk. Biri erkek, biri dişi olarak seçildi. Trende gittiler. İstanbul’da Hasan, tavşanlardan çok hoşlanmış. Metin Amcam, mektuplarında tavşanlardan bahsederdi hep. Önceleri evde beslemişler, sonra Güzin Teyzelerin çiftliğine yollamışlar. Ama bahar gelip de tavşanlar üremeyince, “Acaba iki erkek veya iki dişi tavşan mı getirdik?” diye mektuplarında hayıflanmıştı.

            Daha sonra bahar geldiği zaman bizim tavşanlar bir çoğaldı, bir çoğaldı. Onları besleyemez olduk. Annemle babam tavşanları isteyenlere vermem konusunda beni uyardılar. Bu sefer tavşanların hepsini dağıttık. Böylece tavşan serüvenim de bir yıl sonra sona ermişti.

 

(*) Pencere Dergisi, Mart-Nisan 2002, Sayı: 32