• SİNA AKYOL - MELİH ERGEN 
  • Sina Akyol - 1997  Şiir Yıllığı' nda, "1996' da Şiir' i değerlendirirken şunları söylüyordun: "80' lerin başlarındaki gibi, görünüşte kusursuz, ama bir kişileşmeyi, özgün bir sesi haber vermeyen çok sayıda şiirin yayımlandığı bir ortama vardık bugün. Dergiler şiirlerle dolu, ama seçmekte zorlanıyorsunuz Bir başka biçimde söylersek, ustalaşma, bir yığışmaya dönüştü. Deltadan kurtulup kendi şiir ırmağını denize ulaştırmasını bilen üç beş şairin dışında kalabalık bir şair ordusu." 
            1998 Şiir Yıllığında ise "...genç şiir belli bir yetkinlik kusursuzluk düzeyine ulaştıktan sonra, gerek tek tek  şairler gerekse  geniş bir kesim olarak kendini yinelemeye başladı, tekdüzeleşti; dergilerde yayımlanan şiirler, nerdeyse birbirinin ayni izlekleri, hatta aynı sözcükleri kullanarak oluşturulan bezeklere dönüştü...Giderek, kişiliksizleşmiş bir şiire doğru hızla ilerlemekte" diyorsun. 
           Bu sözlerde bir umutsuzluk seziyorum ben. Ne diyorsun? 

    MEHMET H. DOĞAN - Çok genel olarak söyleyecek olursak, her şiir akımında, her şiir döneminde bu olağan bir şey. Yani bir yığılmalar olur, birbirine benzeşmeler olur, birbirini taklitler olur, birbirinden çalmalar olur. Ama sonunda, her şey olup bittikten sonra üç tane, beş tane şair kalır. Diğerleri ne olur: Ayrık otu, Asım Bezirci' nin deyişiyle. Bu ayrık otları temizlendikçe, ayıklandıkça ortaya birtakım şiir adacıkları çıkar, zirveler belirir, deltalarda kollar ayrılır. Evet, bunlar her şiir hareketi için olağan şeyler. Garip şiirinde böyle oldu, İkinci Yeni Şiiri' nde böyle oldu. 80 sonrası şiirde de böyle olması çok doğal bir şey. Burda ben umutsuzluk filan görmüyorum. Yıllıkların bir görevi de bu gibime geliyor: Bir durum saptaması, bir yıl için yapılan bir durum  saptaması. Beş yıl için de yıllıklarda söylenenler bir araya geldiğinde, senin de söylediğin gibi bir umutsuzluk tablosu ortaya çıkar gibi görünüyor, ama 80' lerde henüz kendini belli etmemiş birtakım şairlerin de 98' de  bayağı bir şiir adası olarak ortaya çıktığı da bir gerçek: Sen, Haydar, Akif Seyhan, daha birkaç kişi. Bunların hepsinin şiiri, altında imzası olmadan  tanınabilir hale geldi. Burada umutsuzluk nerede, ben onu anlayamıyorum. Son yıllık' ta  "Bu yıl, o kadar kötü şiiri ayıklamakta, iyi şiir bulmakta en zorlandığım yıl oldu," diyorum, hemen arkasından "ama sonunda iyi şiirlerde, daha sevindirici umut verici yeni adlar da buldum" diyorum şair adları sayıyorum. Aslında, 80' lerde ortaya çıkan şiirden hiçbir zaman umutsuz olmadım. Şiirden umudumu hiçbir zaman yitirmedim. Belki ilk başlangıçta, '90' a doğru bir tanıma  çabası içine girdim bu şiiri. Ben İkinci Yeni kuşağından gelen bir eleştirmenim, o şiire alışkındım, o şiirin dışında bir şiir üretilmeye başlayınca, bu şiiri anlama, tanıma  çabası içine girdim. Örneğin, Seyhan' ın şiirini anlamakta, sevmekte uzun süre güçlük çektim; çok kılçıklı, okura batan bir dili vardı Seyhan' ın, bakma bu son kitabındaki dile, hem özgülleşti, hem daha anlaşılır oldu. Haydar' ın aşağı yukarı öyle. Sende öyle güçlük çekmedim, sen bir ayağı 70' lerde, bir ayağı 80' lerde bir şairsin. Her şiir hareketinde, sonunda geriye 3-5 şairin kalması bir umutsuzluk belirtisi olarak alınamaz. Doğalı da budur. Garip' ten kaç şair kaldı, İkinci Yeni' den kaç şair kaldı, düşünürsek? 

      S.A. - 70' li yıllarda, şiirimize yakın ilgi gösteren kimi eleştirmenlerin bugün kendi söylediklerinden de hareketle, şiirimizi yakından izlemeyi bıraktığını anlıyoruz. Mehmet H. Doğan ise şiirin peşini hiç bırakmadı, özellikle de genç şiirin... Buradan hareketle, şiirimizin sürekli gencelmesini sürekli izleyerek ona sahip çıkmayı sürdürecek mi M.H.Doğan? Yoksa o da belirli bir yerde, yani belirli şairlerde durup "bundan ötesi benim işim değil" mi diyecek? Bu soru  'neden böyşe oluyor' u içeriyor esas olarak. 

    M.H.D. - Neden böyle oluyor yaşlanıyor? Yaşlanıyor insanlar belki. 

    S.A. - Ama bu dediklerim arasında orta yaşlı, hatta genç sayılabilecek olanlar da var. 

    M.H.D. - " Yaşlanıyor insanlar" derken hem biyolojik olarak yaşlanıyor hem de yoruluyor belki demek istiyorum, izleyecek durumda hissedemiyor kendini. Her kuşakta, belli şairlerde kalmış şiir okuyucuları da vardır, yalnızca eleştirmenler değil. Şiiri Hececilere kadar izlemiş bir okur, Garip Şiirine bakıp " Şiir mi bunlar!" diyordu. O kuşak gitti, yeni bir okur kuşağı bu kez İkinci Yenilere bakıp " Şiir mi bunlar!" demeye başladı, "Orhan Veli'nin, Melih Cevdet' in, Oktay Rıfat'ın en güzel şiirleri vardı.!" İkinci Yeni şiiri özümsendikten sonra ise bir başka okur kuşağı da 80 sonrası şiire bakıp Edip' in, Turgut' un, Cemal' in şiirlerini düpedüz nostaljiyle hatırlıyor. Demek ki devamlı, hiç peşini bırakmadan izlenmesi gereken bir şey şiir. Bir yerde kaldıysan, ilerisi bulanık görünüyor. 

         S.A. - Ben bu soruyu özellikle, 80' li yılların şiirini savunduğum, son olarak da Hürriyet Gösteri' deki 90' lı yılların şiiri üzerine yapılan tartışmayı da Yıllığa taşıdın için özellikle sordum. Yani bende şöyle bir umut var, sen, genç şiirin peşini bırakmadığın, tıpkı 80' li yıllarda ona sahip çıktığın gibi 90' lı yıllarda yazılan şiirden de uzak kalamayacaksın gibi umudum var. 

         M.H.D. -  Tabii, tabii. Kaldığım yerden devam ediyorum. Şiirin tıpkı dil gibi, yaşamın kendisi gibi canlı bir şey olduğunu düşünürsek, gayet tabii değişecek şiir. 80 öncesi insanla 80 sonrası insan aynı değil ki, şiir aynı kalsın. Bugün 60' lardaki, 70' lerdeki  gibi şiir yazıl/a/mayışının nedeni de bu değil mi? 
        Yalnız bizim için değil, bütün dünya şiiri için aynı şey. Burada bir anımı nakledeyim size. 1989' da Sovyetler Birliği dağıldı. 70 yıllık sosyalist düzen bütün organlarıyla yıkıldı gitti. Yeltsin diye bir adam çıktı, Amerika' ya geziye gidiyor, kafasına bir kovboy şapkası geçirip. Amerikan vatandaşı olacağından söz ediyor. O zamanlar ben hep, sosyalizme inanan insanların, hele hele şairlerin o tarihsel anda bütün bu değişiklikleri nasıl karşıladığını neler düşündüklerini merak ediyordum. Özellikle  de Yevtuçenko' nun, Voznesenski' nin...1993' te Fransa' ya gittim, Strasbourg' a. Rady Fish' le karşılaştım orada. Sordum bu soruyu ona. "Yevtuçenko yurtdışında yaşıyor çoğu zaman," dedi, "İkinci Yeni gibi şiirler yazıyor." Bu da Rady Fish' in nerede kaldığını gösteriyor. Rady Fish' in bu sözlerine bakarak, Voznesenski' nin bu son yazdıkları eski şiirlerinden daha güzel olmalı diyorum. 
       Yani bu değişmeyi izlemeyince, anlama çabasını göstermedikçe o dönemde yazılan  şiirden zevk alamazsın. Ha şu olabilir mi, çok yaşlanırım artık, şiiri izleyemez hale gelirim, yazamaz hale gelirim, o zaman belki ipin ucu kaçar, bırakırım ben de. Yani, genç şiiri izlemek insanı genç tutuyor da denilebilir. 

      S.A. - Eleştirinin ülkemizde kurumlaşamamış olması, eleştiriye gönül vermiş kişileri daha bütünsel çalışmalar yapmaktan alıkoyuyor. Örneğin, bir şair, bir yazar, bir dönem o ana kadarki verimleriyle bütünsel olarak ele alınamıyor. Bence zaman, medar-ı maişet  gibi açmazları da içinde barındıran bir durum bu. Pek çok eleştirmen, severek çevirdiği eserler bir yana, zamanının çoğunu 'zorunlu' çeviriye ayırmak durumunda kalıyor. Dergilerde yayımlanan ve daha çok günün verimleri  üstüne yazılan yazılardan oluşmuş kitapların ötesine nasıl geçilecek, geçilebilecek? 

      M.H.D. - Şöyle bir şey var. 1975 yılında Politika gazetesinde haftalık yazılar yazıyordum; iki yıl önce 1996' da  Yeni Yüzyıl' da üç ay kadar yazdım. Ya da bir zamanlar Türk Dili dergisinden, Papirüs' ler, ikinci ve üçüncü Papirüs' ler, yayımlandığı sıralar Cemal' den yazı istekleri gelirdi: "Şu konuda konuda, şu kadar uzunlukta ve en son şu güne yetişmek üzere ..."Ya da günlük gazetede belli bir günün var, o günden önce yazının yetişmesi gerek. İnsan her şeyini ona göre ayarlıyor,bazı işlerini, alışkanlıklarını iptal ediyor, gözardı ediyor, oturup yazısını hazırlıyor. Yani böyle bir görevlendirme olunca, bana göre daha verimli oluyor insan. Bunu ben hiçbir zaman küçümsemedim, alçaltıcı da bulmadım. İnsan doğasının getirdiği bir şey bu. Öteki türlü, benim keyfime, o günkü durumuna kalıyor çalışıp çalışmamam, işlerin hep yarına aktarılması daha kolay geliyor insana. Demin senin sorduğun soruya geliyorum: Ben bilirsem ki, altı ay sonra benden şöyle bir kitap bekleniyor, daha rahat çalışıyorum, daha planlı, programlı oluyorum. 
        Monogrami türü, uzun kapsamlı yazıların, incelemelerin okur yönünden daha yararlı olduğunu düşünüyorum ben de senin gibi. Ama bu tür incelemlerin su yüzüne çıkabilmesi için yayınevlerinden gelecek bir istemin olması gerekir. Neyse ki, son yıllarda bunun  da yolu açılmış oldu, bu yönde istemler ve yayınlar, az da olsa, başladı. "Marifet iltifata tabidir" deyimimizi unutmayalım. Bundan sonra bu doğrultuda çalışmaların artacağını umuyorum ben. Aslında, bu çalışmaların tohumlarının dergilerdeki daha dar oylumlu yazılarda yattığı da bir gerçek. Benim 80' li yıllar şiiri üzerine bugüne dek yazdıklarım bir araya toplansa epeyce kalın bir kitap olurdu. Bunu da  unutmayalım, diyorum ben. 

       S.A. - Şiir ve eleştiri kitabında yer alan bir yazıda, "Marksizim, bir felsefe, bir düşünce sistemi ve bir dünya görüşü olarak baştan beri etkili oldu yaşamımda" diyorsun. Fazla değil, birkaç sözcük-kavram-ki Marksizim de bunlardan biridir-körün fili tarifi gibi gelir bana. Senin için "seçkinci" diyen de var, sözgelimi "şiire taşradan bakıyor" diyenler de...Bense, şiirden, edebiyattan uzak durmaya hevesli olduğum o hengameli yıllarda, örneğin Yeni Edebiyat' taki, Milliyet Sanat' taki yazılarına bakarak, "İşte küçük burjuva edebiyatın otoritesi" filan diyordum. Populizme, ortalama beğeniye uzak duruşun, "yukarıdan bakmak" ı da beraberinde getirdi. "Yukardan bakmak" üzerine konuşalım mı biraz? Ortalık nasıl görünüyor yukarıdan? 

    M.H.D. - Eski bir pilot olarak dünyaya yukarlardan bakmanın ne olduğunu iyi bilirim ben! Yıllarca önce, sözünü ettiğin, Milliyet Sanat' taki yazılardan birinde makro, mikro sözcükleri  
    geçiyordu. Şiire bir makro bakış gerekliliğinden söz ediyordum. Edebiyatla fazla ilgisi olmayan bir ekonomist arkadaş okumuş bu yazıyı, çok beğenmişti. Kendi alanından bir terimin edebiyatta da kullanılmış olması birden dikkatini çekmişti sanırım.Diyeceğim hayat yukarıdan bakınca  daha ilginç, aslına daha uygun görünüyor. Tıpkı ormana karşıdan bakışla ormanın içinden bakışın farklı oluşu gibi. Dilimizdeki 'yukarıdan bakmak' deyimi bir yandan küçümsemeyi de akla getiriyor, ama sanırım bu anlamda kullanmıyoruz biz. Daha çok şeyleri bütünlüğü içinde, gelişimi içinde görmeyi, tikelin içinde kaybolmamayı anlıyorum ve öyle kullanıyorum ben. Bu anlamda yukarıdan bakmak 'seçkinciliği' getiriyor tabii, edebiyatta da sanatta da seçkinci olmayacaksak nerde olacağız yani, değil mi? Seninle dün konuşuyorduk Melih, sanat alıcısı hedef kitle genişledikçe, sanatçı daha çok kişiye seslenme çabasına girdikçe işler çatallaşıyor; tıpkı bir metre kare saçı elli metre kareyi kaplayacak gibi incelttiğin zaman onun kalınlığının da kayboluşu, milimetrenin onda birine, yirmide birine düşüşü gibi, o zaman bir kalem ucuyla delebilirsin onu. Doğal bir şey bu, bir şair olarak, bir ses sanatçısı olarak o kadar geniş bir kitleye seslenmek istiyorsan , kendinden ödün vereceksin, onların da anlayacağı biçimde söyleyeceksin söylediğini. O zaman sevilirsin, tutulursun ama bu arada şiir güme gider. Kitle kültürünün, kitle sanatının derinlerinde değil, yüzeyde bir yerde olduğunu söylemek istiyorum. Onunla buluşmak öyle yetenek ya da büyük çabalar gerektirmiyor. Ama ürünler de o derece sığ oluyor. 
     
      S.A. - Kitlenin, fazla sayıda insanın anlamayacağı şeyler yazmak da marifet mi, diyenler var ya? 

    M.H.D. - Şimdi bu bizi şuraya getiriyor: Şair olarak ben kendi şiirimi yazacağım? Senin Duymak istediğin şiiri mi yazacağım? Senin duymak istediğin şiiri yazacaksam, senin düzeyine inmem gerekecek. 'Senin' sözcüğüyle ortalama şiir okurunu kastediyorum. Şiir bilgisi, şiir beğenisi olmayan ya da belli bir dönemde, belli bir şairde takılıp kalmış olan ortalama şiir okuruna iyi şiiri beğendirmek çok zordur. Onun  gözü yeni' de , avant-garde' da, değişik olanda değil, durağandadır, rahatsız edilmek istemez. Oysa Yahya Kemal' den bugünün şiirine kadar, okuya okuya, el yordamıyla da olsa, gelebilmiş bir okur karşısında şair daha rahat eder, daha rahat anlatır meramını. Genellikle, bütün çaba şairden, sanatçıdan bekleniyor: "Şair bana bir şey versin." Peki, sen bu şey'i almak için bir çaba gösterdin mi? Böyle dediğin anda da seçkinci oluyorsun. Ben seçkinciliği her zaman kabul ediyorum. Demin dediğim gibi, sanatta da seçkinci olmayacaksak, nerede olacağız? 

       MELİH ERGEN - Faulkner' in, Frost' un ya da Joyce' un böyle bir şeyle karşılaştığını, böyle bir dertleri olduğunu sanmıyorum. Faulkner' a sormuslar, "yazdıklarınızdan bir şey anlayamıyoruz" demişler. "Ben yazarken üç defa yazdım bunu" demiş. "siz de anlamak için biraz çaba gösterin." 

      M.H.D. - Tabii, tabii. Diyelim, resimi bilmeyen, resimden anlamayan birinin resim eleştirisi yapamayacağı bir yana, "beğendim, beğenmedim" demeye bile hakkı yoktur. 

    S.A. - Birkaç saat önce Haydar Ergülen' le telefonda konustum. Böyle bir söyleşi yapacağımızı söyledim. Onun da bir soruyla katilmasını istedim.Onun soruşu şu: 
    "80' li yıllar şiirini eleştiren kişiler. Yani 80' li yıllar şiiri kendi içinde bile bunca eleştirilirken, biz Mehmet H. Doğan'ı 80' li yıllar şiirine özel olarak eğilmesiyle tanıyoruz, onun bu şiirle bunca ilgilenmesinin nedenlerini, gerekçelerini kendisi bize açıklar mı?" 

        M.H.D. -  Sağolsun Haydar, bu sözleriyle beni 80' li şiirin eleştirmeni olarak kabul ediyorsa, bu ancak sevinilecek bir şey. Ben bunu özel olarak seçmiş değilim, böyle bir durum da yok. Sombahar dergisi 1991 yılında eleştirmenlerle bir dizi konuşma yapmıştı. Orada bana şöyle bir soruları vardı: Siz İkinci Yeni şairlerini eleştirirken, onlara daha yakın duruyorsunuz, çok daha kendinizden bilerek eleştiriyorsunuz, oysa onlardan sonraki kuşağa biraz uzaktan, biraz yabancı bakar gibisiniz. Şimdi, Haydar' ın  söylediğinin tam tersi bir şey bu. Belki o zaman böyleydi de. Onlara verdiğim yanıtta şunları söyledim:  İkinci Yeni kuşağı, benim kendi kuşağım, yandaşım. Onların duyguları, düşünceleri, söylemleri benim kuşağımın duygusu, düşüncesi, söylemi. Oysa '80 kuşağı şairleriyle aramda, adı üstünde bir kuşak farkı var; ben başlangıçta onlara doğal olarak birazcık dışarıdan, kelimenin tam anlamıyla dışarıdan bakıyordum. Ama şiirle uğraştıkça, -ki şiir eleştirmeninin görevi de bu gibime geliyor- şiirin peşini bırakmadıkça, okudukça anlamaya sevmeye başlıyorsun, sonuçta   bu şiir üzerine söyleyecek şeylerin de oluyor; 1985'ten 1998'e on üç yıl içinde söylediklerim, yazdıklarım beni o şiirin eleştirmeni yapmışsa, bu ancak sevinilecek bir şeydir benim için; seçilmiş bir şey değil, şiirin beni getirdiği yer. 

       M.E. - Bak yine başıma geldi,  Sina ile konuşmalarınızı dinlerken, aynen yazdıklarını okurken olduğu gibi, tersi söylenemeyecek denli (bu benim için böyle, doğal ki) öyle doğrular söylüyorsun ki, ben de yazın sorunlarından çıkıp (kaçıp) hep sana gelmeye, seni tanımaya -tanıtmaya- yönelmek istiyorum: Yeryüzünde söylenmemiş söz kalmamışken, sen  'Hece Taşları' ile 'Şimdi Uzaklardasın' ile haşır neşir olurken,  yazmayı-okumayı nasıl  olur da yaşamın birinci anlamı sayarsın: Tekrarın Tekrarı, Birikime dayanmak, Estetik, Şiirin Yalnızlığı, Çağının Tanığı olmak, Yazıdan Bakmak, Adam Sanat Şiir Yıllıkları, bir yığın çeviri... derken bu yıl da, Hece Taşları,  Şiir ve Eleştiri gelid, Şimdi Uzaklardasın da yolda. Hileli soru bu, biliyorum; yaşamı ıskaladığını düşünüyor musun, derken tersi söylenemeyecek doğrularına inandığımdan, kendim için, kopya çekmek için özelinden... 

       M.H.D. - Yazmayı, okumayı yaşamın değil kendi yaşamımın birinci anlamı saydığımı söylersem biraz daha anlaşılır olur gibime geliyor. Önce, yazmadan, okumadan, dinlemeden, seyretmeden, konuşmadan nasıl yaşanır, bilemiyorum. En azından benim için böyle bu; başka türlüsünü bilemiyorum, elimden gelmiyor. Bir başkası, kendine başka bir yaşam alanı, başka bir anlam seçebilir. Ona da saygı duyarım, ama demin dediğim gibi başka türlü nasıl yaşanır bilemiyorum. İkincisi, her şeyden önce, bir öte-dil olan, yazılan, yaratılan ürünler üzerinde çalışan eleştirinin kendisi böyle bir okuma-yazma çabasını kaçınılmaz kılıyor. Okumazsanız yazamazsınız da.  Okuma ve yazma birbirinden  ayrılmaz iki alan , ya da madalyonun birer yanı. Hatta yalnız eleştiri için değil, yazarlık, şairlik için de geçerli bu. Okumazsanız, tıkanırsınız bir yerde. Yaşam elbette önemli, ama sanat yalnızca yaşamdan kaynaklanmıyor. Sanat yapıtının bir kaynağı da kendinden önceki sanat yapıtlarıdır. Devamlı, kesintisiz bir yaratma süreci. Çağdaş Türk şiirinde, 1900' lerden bugüne hepimizin bildiği ara duraklar, süreçler olmasaydı, şiirimiz bugün bulunduğu yerde olmazdı. Yahya Kemal' in, Haşim' in, Nazım'ın, 1940 kuşağının, İkinci Yeni şiirinin olmadığını düşün...bugün nasıl bir şiir yazılıyor olurdu acaba? Ayrıca, demin yukardan bakmak' tan söz ettik, eleştiri  kurumunun olmazsa olmaz koşulu bu; ama her isteyen, istediği zaman, balon gibi kendiliğinden yukarı havalanamaz. Onu oraya, yukarıya çıkaran, yapıtlara yukardan ve eşit mesafede bakmasını sağlayan şey, okumalarıdır, yapıtlarla arasındaki kopmaz bağdır. 
        Yaşamıma, bu yaşta artık birbiri üzerine yığılma gibi gelen günlerime bir anlam veren şeyin, okuma ve yazma olduğu doğru; ama yaşamı o kadar da savsakladığım söylenemez Melih, bunu en iyi bilenlerden biri de sensin. Ne çabuk unuttun daha geçenlerde "Peki şimdi n'ap'cez ?" diye sorduğumuzu birbirimize! 

    M.E. - Eleştirinin de yaratı olduğunu biliyoruz; yine de yüreğin burkuk kaldı mı geçmişte, hani şiir yazmayı filan bırakırken?  

    M.H.D. - Önce eleştirinin yaratı olduğu düşüncesine katılan kişilerin pek de fazla olmadığını söyleyeyim. Bunu sen böyle düşünüyorsun, ben de katılıyorum buna, ama çoğu kişi eleştiriyi ikincil bir iş sayıyor, bir yaratı değil. Daha önce çok konuştum, çok yazdım bu konuda, geçelim. 
       En son şiirimi 1968' de yazdım, Papirüs' te yayımlandı: Amerika' dan sevgilerle. Ondan sonra da tek bir dize olsun yazmadım.  Ama öyle yürek burukluğu filan da hissetmedim, hiç. Elbette bir şair olarak kalmak isterdim, ne var ki, bendeki Doğrucu  Davut tavrıneşteri en önce kendime vurmaya götürdü beni. 

    M.E. - Ben burada eleştirmenlik misyonu bunun  önüne geçiyor mu diye kuşku duyuyorum. Yine de bir çaresizliktir, bir vazgeçilmez tarafı da vardır, yazılan şiirin çok iyi olup olmadığı  da bir başkasına kalsın. Şiir yazmak istiyorsam yazarım, yazdığım şiirin iyi mi kötü mü olduğunun değerlendirmesini de bırakalım bir başka eleştirmen yapsın. 

    M.H.D. - Yoo, o biraz nalıncı keseri gibi hep kendine yontmaya benziyor. Biliyorsun, ateist olan, ama içtenlikli olmayan bazı kişiler arada bir 'bismillah' çeker :'ya varsa!" tavrıdır bu. "Ya benim şiirim iyi de ben farkına varamıyorsam bunun!" Ben bunu söyleseydim , o zaman hiç eleştiri filan almaz, şiire devam ederdim. Benim iddiam varsa eleştiride, özellikle şiir konusunda bir iddiam varsa, kendi şiirlerimin kötü olduğuna inandığımı da yazarım. Şimdi, 'kötü' derken, o gün yayımlanan şiirlerin çoğundan da iyiydi, onu da söylemeliyim. Ama sorun bu değil. Yazdığın şiiri önce senin sevip sevmediğin önemli. Bugün o kadar kötü şiir yazanlara bir mesaj olur bu, diye düşünüyorum. Yazmasınlar. Kimse kimsenin alnına tabanca dayamıyor, şiir yazacaksın diye. Ama yine de yazıyorsan, eleştirilmeye, hem de çok kötü eleştirilmeye katlanacaksın! 

    S.A. - Son şiirinden açılmışken benim şöyle bir sorum olacak : "Umut değilse nedir bu yitirdiklerimizden ardakalan/Bir başından öbür başına götürdüğümüz okyanusun/ kirli bir kese içinde koynumuzda//(Yaprak yaprak açacak çocuk başlarında / ve düşecek birer birer namlu uçlarından/bariton bir papazın bağışlamayan sesinden uzak//Bu tekne zor taşır bu umudu) demişti Mehmet H. Doğan 1968' de. 1998' deyse bana imzaladığı Şiir ve Eleştiri' nin üçüncü sayfasında, "Meğer ne kadar çok şey yazmışız. Değer miydi acaba" diyor. Mehmet H. Doğan' ın umudu ve umutsuzluğu şimdilerde hangi dolaylarda? 

    M.H.D. - Bu şiirdeki umudu-umutsuzluğu doğrudan o şiirin bağlamında değerlendirmeliyiz. Şiirin adı Amerika' dan Sevgilerle, biliyorsunuz. O sırada, 1967' de Amerika' daydım. Avrupa' da ya da başka herhangi bir yabancı ülkede duyamayacağım bir yalnızlık hissediyordum. Okyanustan ötürü. Bunu bir yazıda da yazdım ben. Aradaki okyanustan ötürü kendimi bütün dünyadan yalıtılmış hissediyordum. Kimileri için, Amerikan halkının çoğunluğu için bu yalıtılmışlık kötü bir şey olmaktan çıkıp bir çeşit güvence oluyordu. O şiirde, Pilgrimlerden başlayarak, Amerika' ya eski kıtadan göç edenlerin bir kurtuluş olarak başlayıp daha sonra dünyanın geri kalan kısmından yalıtılmışlığa dönen bu yazgılarını dile getirmek istiyorum. Oradaki umut ve umutsuzluk işte buydu. 
        Benim umuduma umutsuzluğuma gelince, elbette bir yazar olarak, elbette yazın bağlamında bunu ortaya koymaya çalışırken , ister istemez kitaplarımın adları geliyor aklıma. İlk kitabım Tekrarın Tekrarı en umutlu olanı herhalde. 1960' lar da hepimiz umutluyduk, kendi ellerimizle kurmakta olduğumuz geleceğimize umutla bakıyorduk. Bıkmadan, usanmadan tekrarlayalım doğruları, diyordum o kitapta, söylediklerimizin sağır kulaklardan geri dönmesine aldırmadan. İkinci kitabım, 1970' lerin ürünü Birikime Dayanmak' ta, hafif bir yakınma başlıyor: Kırk yıldır aynı tartışıyor olmamızın hayal kırıklığı belirgin. "Kırk yıl sonra da aynı şeyleri tartışmamak için geçmişi araştıralım" diyordum özetle. Birikime dayanmak dediğim buydu. 1986' da Şiirin Yalnızlığı'  nda ibrenin yalnızlık ve umutsuzluk kutbuna doğru döndüğü görülüyor. Yazının yazılış tarihi, medyatik yaşamın henüz bugünkü kadar ağır, ezici olmadığı 1976 yılı. "İlkel, görgüsüz, cahil bir burjuva sınıfının egemenliğinde böyle bir ülke yaratılabilirdi olsa olsa" diyorum yine de. Bugün, niteliksiz yazının, niteliksiz şiirin, niteliksiz müziğin baştacı edildiği, her şeyin alınıp satılır bir mala dönüştüğü günümüzde bu gerçek apaçık gözler önündeyken hala umutlu olmaya hakkımız olabilir mi? Bana göre, yapılacak tek şey, herkesin külahını önüne koyup kendi kendisiyle hesaplaşması. Yalnız kalmaktan korkmamak. Yozlaşıp mala dönüşmektense, küçük çıkarlar uğruna satılmaktansa yalnız kalmapahasına kişiliğini korumak. Umut yön değiştiriyor belki de günümüzde. Eski kıtada her şeylerini yitirdikten sonra okyanus ötesine göçen Pilgrimlerin umudu. Umut ölmez çünkü, dokuz canlıdır, kedi gibi. 

    S.A. - Şiir ve eleştiri' de Melih Cevdet Anday' ın Yağmurun Altında' sı için şunları söylüyorsun:"Anday' ın şiirinde anlam arayışı, sonu gelmeyecek bir arayışıdır; hem ozanı hem okuru için. Şiirini düz anlama değil de 'imgelerin çatışması' ndan çıkacak anlama  dayanan bir şair için de çok doğal bir şeydir bu. Yazılırken olduğu gibi okunurken de, hatta her yerinden okunuşta hep yeniden kurulması gerekir bu anlamın. Her yeniden kuruluşta daha bir zenginleşir, daha bir şiirleşir. Bugünlerde, hepimiz için henüz açımsanmayı bekleyen yeni bir kaynak olarak duran Yağmurun Altında' yı kimbilir kaçıncı kez okurken edindiğim izlenim bu benim : Kırk yıldır tanıdığım Anday şiirine sanki yeni başlamışım. Her yeni yapıtında olduğu gibi bunda da okuruna ödül olarak verdiği, hemen kendini ele veren dizeler, kesimler var elbet; ama ben bunların nereye çıkacağını , nelere bağlanacağını bilmiyorum henüz. Aldığım büyük tada karşın henüz teslim alamadım şiiri." 
        Bana öyle geliyor ki senin eleştirmeciliğinin anahtarı burda. Anday' ın şiiri derin okumada mükemmelen çözmüş bir mantık var bu sözlerde. Ve bu sözler, bana göre, Anday'ın  şiirine yaklaşacak okura sadece bir yol gösterme değil; okurun onu eksiksiz bir şölenle okuyabilmesi için "cuk oturmus" bir dikkat komutu; sadece komut değil, bir rica bir dilek.  
        Diyorsun ki, ben bu şiiri kırk kez daha okuyacağım ey okur! Diyorsun ki, zaten Anday'ın şiiri de böyle  okunur. Ben bütün bu sözleri -ben demiyeyim, biz diyeyim, kimbilir kimler dahil eder kendini bu "biz" e-biz bütün bu sözleri, sana teşekkür etmek  için söyledik. 

    M.H.D. - Sağolun, asıl ben teşekkür ederim siz' e! 
     

     (Cumhuriyet Kitap   sayı : 430)   14 Mayıs 1998