HERKES BİR BAŞKA GÖĞÜN ALTINDA: ERGİN GÜNÇE BİLE(*)


I
.yinelendikçe ve yenilendikçe güzelleşen dünya

Her yeni devinim, alışılmışı karşısına alır, karşı koyar, eleştirir ve alışılmışa başkaldırır. Yeninin alışılmışa göre yaşama gücü elde edebilmesi ve dirimselliğini sürdürebilmesi karşısına alma, karşı koyma, eleştirme ve başkaldırma işlevlerini ne ölçüde yerine getirdiğine bağlıdır, bağımlıdır. Cumhuriyet sonrası Türk şiirindeki bildirgeli birinci yeni ile bildirgesiz ikinci yeni, bu durumun can alıcı öneme sahip örnekleridir. Garip’in birinci yeni oluşu ortaya çıktığı ve rastgeldiği zaman diliminde sayılan niteliklere uygunluk göstermesindendir.

Alışılmış, şiir adına yaratılanı/üretileni doğal saymayı öngörür. Benimsenmiş, benimsetilmiş ve belletilmiştir. Alışılmış, şimdideki eskiyi ve eskimekte olanı simgeler, dile getirir. Alışılmamış ise şimdideki yenini muştusudur. Alışılmış benimsenmişlik, benimsetilmişlik ve belletilmişlik dışında başka bir seçeneğe yaşam hakkı vermemeye çalışır. Oysa alışılmışı karşısına alan, karşı koyan, eleştiren ve başkaldıran benimsenmiş, benimsetilmiş ve belletilmiş olan dışında seçenekler sunar. Benimsenmiş, benimsetilmiş ve belletilmişin göreli olduğunu ve değişebilirlik taşıdığını gösterir, vurgular. Dolayısıyla yadırganır, yargılanır, alaylanır, kalaylanır. Alışılmış geleneğin kucağına oturur ve gelenek tarafından beslenir. Gelenek beslediğine önlük niyetine deli gömleği giydirir. Gelenek şairin kendini kendi olarak var kılma ve var olma sorumluluğunu kolaylaştırır. Karşılığını ise, şair, bile isteye yaratma özgürlüğünden kısıntıya giderek öder. Çünkü, gelenek alışılmışı, alışılmış “benimsenmiş, benimsetilmiş ve belletilmişi yarattığı/ ürettiği ölçüde” besler, destekler.

Yaratma özgürlüğü seçeneklerinin kısılması, azalması, birörneklileştirilmesi kendini yineleyen ama yenilemeyen bir döngünün, bir kısır döngünün oluşturulmasına ve sürdürülmesine yol açar. Gelenek, şaire giydirilen deli gömleği, şair ve okura takılan at gözlüğüdür. Şair ve okur, bunları fırlatıp attığı zaman sağlığına kavuşabilir, kavuşacaktır. Alışılmış olan, tepki oluşturma gizilgücünü güdükleştirir, beklentilere sınırlar çizer, narh koyar. Alışılmışa karşı iki tür tepkime oluşur: birincisi, alışılmışın verdiği tekdüzelik, rahatlık ve ağırlık; ikincisi, ve asıl önemlisi doygunluğa erişememezlik. Alışılmamışa karşı da oluşan tepkimeler iki türdür: birincisi, rahatı bozar, dolayısıyla dışlanır ve görmezden gelinir; ikincisi, doygunluğa eriştirebilir ve farklı hazlar, tatlar oluşturur.

Birinci yeni alışılmışı karşısına almış, karşı koymuş, eleştirmiş ve başkaldırmıştır. Benimsenmiş, benimsetilmiş ve belletilmiş ne varsa, kendi iç tutarlılığı ve bildirgesi çerçevesi içinde değiştirmiştir. Köktencidir. Seçkinlik sıradanlığa, ölçü ölçüsüzlüğe, uyak uyaksızlığa, soyut somuta, yapmacıklık içtenliğe, büyük küçüğe yerini bırakmıştır. Söyleyişe eda egemen olmuştur. Şiirin içine, şiirin dışında bırakılan ne varsa alma kararındadır. Gerçek anlamda, şiirin tarihi, coğrafyası, ekonomisi ve panoraması değişime uğramış, farklılaşmıştır. Ataktır birinci yeni. Kavgacıdır. Yıkmıştır ve yıktığının yerine kendi değerlerini ve kendi kimliğini ortaya koymuştur. Ama, süreç, birinci yeniyi, hiç de garip olmayan bir biçimde, kısa sayılabilecek bir sürede gelenek durumuna, alışılmış konumuna getirmiştir. Tüm yeni ve alışılmamışların vardığı kaçınılmaz bir uğraktır bu.

İkinci yeni de aynı süreç ve benzer düzenekten geçmiştir, geçmektedir. Bildirgesizliği, ikinci yeniyi, akım yerine akıntı yapmıştır. Hiç de kötü olmamıştır. Farklı bir çeşni olarak, seçeneklere bir yenisi eklenmiştir. Cumhuriyet sonra Türk şiirinde ikinci yeni şairleri, başlangıçta, birinci yeninin sularında az ya da çok kulaç atmışlardır. Tıpkı, birinci yeniyi önceleyen dönemde olduğu gibi. Göz açtıkları şiir dünyasında eskiyen en son yeni vardır çünkü. İkinci yeni şairleri, birinci yeni geleneğini ve alışılmışlığını karşılarına alırlarken, karşı koyarlarken, eleştirirlerken ve başkaldırırken, birinci yeninin devre dışı bıraktığı, kullanılmasa da olur dediği, kullanmaktan kaçındığı kimi oluşumlara, kimi örüntülere iade-i itibar ve rütbe-i taltif eylemişlerdir. İmge gibi, söyleyiş gibi, söyleyişin eda dışında güzellikleri olduğu gibi. Anlamsızlığın da şiirin içinde bir yeri ve önemi olduğunu ortaya koymuşlardır. Egemenlerin dayattığı değer yargılarını, beğeni düzeylerini tefe koymuşlardır. Aykırılıkları ön plana çıkarmışlardır. Sezgi ve bilinç derinliklerini, resmi tarihin deşilmemiş yönlerini günışığına kavuşturmaya çabalamışlardır. Ama, puslu ve sisli bir günışığına kavuşturma çabasıdır bu. Netliğe ulaşma uzun bir süreci gerektirecektir. İkinci yeni de birinci yeni gibi başlangıçta ve sonradan yadırganmış, yargılanmış, küçümsenmiş, alaylanmış ve kalaylanmıştır. Yargılama hâlâ sürdüğü için akılcı ve köktenci bir değerlendirmeyi edebi bilirkişilere ve asıl önemlisi zamana bırakmakta sayısız yarar vardır.

 

II.o kadar çocuktu ki ölürken çemberi peşinde

Şairi şiirle buluşturan nedir? Dil. Şairi okurla buluşturan nedir? Dil. Herkesin kullandığı ya da bir zamanlar kullanmakta olduğu ya da bir zaman sonra kullanacağı dil. Dilin her bir sözcüğü şairin hammaddesidir. Söze giydirilen sözcük giysisinin dar geldiği yerde, şair sözü alır, aynı sözcüğün içinde yeni bir giysiye yerleştirir. Gözle görülmez, elle tutulmaz ama sezilir, duyumsanır, düşlemlenir, bilinçte canlandırılabilir. Şair, dar gelen giysiyi söze uygun duruma getirir. Ne bir potluk vardır, ne bir kırışıklık. Bu durum, bir zaman süregider. Aradan geçen zaman dilimi içinde yine, giydirilen giysi söze dar gelmeye başlar. Yeniden aynı çaba, yeniden ama başka ve farklı. Her yenilenme, aynı dili kullanmak, yararlanmak durumundadır. Aynı ve ortak dilden yepyeni bir dil. Dilin içinden dilin üstüne ve altına, bütün derinlik ve yükseltilerine doğru, dirimsellik ve doğurganlık kazanarak. Verili ortamdaki dilden farklılaşan bir dil. Her şairin tükenmeyen serüvenidir anlatılan zincirleme tepkime. İster bir akım ister bir akıntı içinde, ister tekil ister tikel, yaşanan ve yaşatılan serüven zinciri ortaktır.

Ergin Günçe şiiri, şiire birinci yeninin geleneği, ikinci yeninin alışılmamışı simgelediği bir ortamda yeşerir. Safı bellidir. Alışılmamışların safı. Cemal Süreya şiirseline yakın, Ece Ayhan şiirseline sırtını dönük, Turgut Uyar şiirseline ölçülü bir ara bırakmış, Edip Cansever ve Oktay Rıfat şiirselleriyle floralarında kesişen, İlhan Berk’e uzaktan bakan, Sezai Karakoç şiirseliyle ayrı dünyalarda. Gerçekte, ikinci yeni, Türk şiir denizine dev bir çatalağız biçiminde dökülür. Pekçok koldan pek çok ırmak ağızlaşarak, iç içe geçişerek dolaşır, sarılır, eklemleşir, köprüleşir. Geçtiği yerleri bitekleştirir, verimli kılar, kılmıştır, kılacaktır.

60’ların başlangıcına gelindiğinde, (…) İkinci Yeni, gelişiminde bir düzlüğe varmış, getirdiği şiir diliyle, imge yapısıyla, şiire bakış açısıyla şiirde başat bir yönseme görünümündeydi; 50’lerin sonlarında (Ö.İnce, A.Püsküllüoğlu, E.Alkan, E.Günçe,vb.) ya da 60’ların başlarında (A.Behramoğlu, İ.Özel, S.Berfe, E,Berköz, R.Durbaş, T.Gönenç,vb.) yazmaya başlayan genç şairler açıkça İkinci Yeni etkisinde ya da izinde bir şiir geliştiriyorlardı.1 Ergin Günçe’nin şiire başladığı yıllar 1950’li yıllar. İlk kitabı Gencölmek 1964 yılında Dost Yayınları arasında yayımlanır. Daha sonra, şiirlerini Papirüs, a dergisi, Yeni a dergisi, dönemin diğer edebiyat ve politik dergilerinde yayımlar. Kitaplaştırmaz. Ölümünden (1983) beş yıl sonra, bütün şiirleri Türkiye Kadar Bir Çiçek adıyla Can Yayınları arasında yayımlanır.2

Veysel Öngören, Ergin Günçe’yi şiirimizin hırçın ve gürbüz çocukları arasında sayıyordu: “Günçe hırçındı. (…) Ergin Günçe gürbüz bir çocuktur. Kendi rüştünü kimseye bağışlamayan katılım.”3

Ergin Günçe şiirselindeki iki anahtar kavram yol göstericidir: Ölüm ve çocukluk. “Ölüm ve çocukluk onun şiirinin belkemiğidir.4Çocukluk-ölüm duygusu temaları yan yana, hatta iç içe.5 Ölüm ve çocukluk tıpkı bir çan gibi. Ölüm bir çan çanağı, çanın içindeki dil ise çocukluk. Çanın sapından şiirin matematiğini kavramış sallayan Günçe. Şiirlerini okudukça böyle bir görüntü beliriyor gözlerimiz önünde. Çanın içindeki dil salındıkça, çan, çanağının iç duvarlarına çarptıkça titreşecek ve çınlayacaktır. Biri öbürünün titreşimine yol açmadan çınlayamaz. Çocukluk tüm saflığı ile ölüme çarptıkça sürgit dinmeyen bir çınıltı kulaklarımızda yankılanır.

Ölüm ve çocukluk kutupsaldır. Ölüme karşı yaşam, çocukluk kavramına ikame edilmiştir. Her zaman iç içedir, biri öbürünün önbelirleyenidir. Ölüm ve çocukluk karşılıklı olarak biri öbürünün, öbürü birinin onsuz olunamaz ve olmazsa olmaz konumlamalarıdır:

O kadar çocuktu ki ölürken çemberi peşinde

Alıp götürürlerken dizlerini taze kanamış

            (…)

O kadar çocuktu ki ölürken

Okuldaki bir şarkıya başladı     (s.16)

*

Ölüm üstüne uzman şiirler, Kırmızı bir Gülüm var

Çünkü yüzümün suluboyasından

Vurulmuş çocuklar damlar        (s.93)

 

Ölüme karşı tutum6, şairin yaşadığı toplumsal çevre ve kültürün belirleyiciliği ile yaşam deneyimlerinin bileşkesiyle bir bütünsellik içinde kendini gösterir. Ölüme karşı tutumu: ölümü yadsımak, ölümü istemek, ölüme meydan okumak ve ölümü kabullenmek biçiminde dört ayrı bölümlemede değerlendirebiliriz. Ölümü yadsımak, görmezden gelmeye çalışmak, hiç olmayacakmış gibi davranmak biçiminde yaşanır. Günçe şiirselinde kendine yer açmamıştır, açamamıştır. Ölümü istemek, kişinin yaşadığı açmazları sonlandırmak ya da başkalarına suçluluk duygusu yaşatmak ya da öç almak için girişilen tavırlar biçiminde görülür. Günçe şiirselinde bu tutumun da yer edinemediği gözlenir. Ölüme meydan okumak, kültürümüzün doğal kabul ettiği bir tavırdır. Günçe, şiirlerinde ölüme çocukça meydan okur, şiirselinde yeri vardır. Ölümü kabullenmek tutumunda ise ölüm yaşamın bir parçası, bütünleyicisidir. Diğer üç tutumda ölüm ya da yaşam birbirinden tamamıyla ayrı iki olgu olarak nitelendirilir. Günçe şiirselinde ölümü kabullenmek tutumu önemli ölçüde yer edinmiştir. Ölümü kabullenmek tutumunda, ölümden korku yoktur. Ölüm yaşamın içinde akar, yayılır. Ölümle anbean, içli dışlı, her an birlikte, yaşamla kesişen ve yaşamla anlamlı olarak algılanır ve nitelenir. Peki ya tepki? Günçe, hemen bütün ölüm izlekli şiirlerinde su yüzüne vuran zamansız, erken gelen, beklenmedik ölümlere karşı tepkilidir. Tepkileri de doğaldır, insancadır. “Ölümle dirim yan yanadır. Bu korkusuzluk ona çocukluğu hiç yitirtmedi.7 Varsayılmış ölüm gizlenmiştir, çoğu kere yaşanan ve yaşanmış olan somut ölümlerden söz etmektedir. Kimi zaman, gelecekte, kendi ölümüyle ilgili vurgulamalarında bile somuttur bu tavrı. Doğal sayılan nedenlerle ölümler kadar, doğal sayılmayacak nedenlerle ölümler de –intihar, cinayet, idam, hastalık vb.- yer almaktadır şiirlerinde. Sezai Karakoç’a “Kırık bir Verlaine var bu çocukta.” dedirten, Verlaine’nin “art de mourir en beauté” yani “güzel olarak ölme sanatı” nitelemesi olmalı.

Önemli bir ayrışmayı belirtmek zorunluluk: “Gencölmek’teki şiirlerle daha sonra tek tek dergilerde yayımlananlar arasında şöyle bir ayrım var: Gencölmek’tekiler İkinci Yeni döneminin ortak çizgilerini de taşıyor.(…) Daha sonra dergilerde tek tek yayımlanmış şiirlerde ise düşünce ağır basmakta. Siyasal bir tavır var. Ergin Günçe bunlarda hayatı değiştirme tutkusundan dünyayı değiştirme aşamasına geçmiştir.8

Yineleyelim: Ölüm ve yaşam. İki karşıt uç. Birbirine durmagit eşlik eden ve bütünleyen iki olgu. Oysa, bu iki olgu, süreç içinde beklenmedik kesintilere uğrayabilir. Yani zamanından önce gelebilecek bir son. Böylesi bir olasılığın tehlikesi ve yarattığı duygu coğrafyası: elem. Üstelik olasılığın varlığına, olasılığın gerçekleşmesinin eklenmesi: erken ölmek, genç öllek ya da gencölmek. Zamansız ve beklenmedik ölümlerin yaşanması, bu durum, kendi içinde oluşturduğu duyumsal ve duygusal panoramada almaşıklaşıyor ve yeni bir yaşantısal imge-deyim biçimde, Günçe şiirselinde beliriyor: Gencölmek.9

 

GENCÖLMEK

 

Ay mıdır kar mıdır pencerede

Boğulmuş çocukları martılara taşıyan

Kara köpek karşı kıyıda uluyor

Bence o çocuk öyle gülmemeli

 

Atları çayıra saldım diş kamaştıran erik ağaçları altına

Nisan toprağı kalbimde ağarıyor

Bence o çocuk öyle gülmemeli

Şimdi bir kadın çay demlese

 

Bahçemdeki korkuluk nar ağacıdır

Erken ölmüş, iyi giydirilmiş

Sular soğuyor  ovada duran ince gölgesinde

Büyük ateşler, kuytu köyler gibi

 

Alınlarına vişne çiçekleri yağan

O kızlar, delikanlılar ve lohusalar

Oyulmuş bir bebektirler ıhlamurdan

Kestane mangalları, masallar, talikalar

 

Ölüm alışsın artık bize

Bir dans gibi bahçemize gelsin

Gelsin otursun ılık minderimize

 

Bence o çocuk öyle gülmemeli

Ay kar gibidir pencerede          (s.23)

 

Gencölmek yaşantısal imge-deyimi, Türkiye Kadar Bir Çiçek toplamında yeniden ve iki kez karşımıza çıkacaktır:

Elemlerin sanat, Gencölenlerin (s.94)

*

Benim El Kitabım ve Surelerim olan Gencölümler         (s.97)

 

III.şiir tabanca oldu artık/bir tarih düşelim şuraya

Şiir geçmişte olmuş ya da geçmişte iz bırakmış bir olayı, olguyu birden fazla yol izleyerek dile getirebilir: birincisi, olgu ya da olay var olduğu zaman ve uzam koşulları içinde, öz-varoluşunu belirleyen yapısını bozmadan, değiştirmeden; ikincisi, olgu ya da olayın şimdiyle ilişkisi temellendirilerek, şimdinin geçmişle ya da geçmişin şimdiyle bağıntılarını açımlandırarak; üçüncüsü, olgu ya da olayın şimdiyi temellendiren toplumsal-siyasal-kültürel süreçlerin bir parçasını oluşturduğunu belirleyerek, şimdiyi geçmişin süreği olarak, yani olgu ya da olayı var olduğu öz-zaman ve öz-uzam koşullarını aşan bir yapıyla sunmak. Birinci ve ikinci yol, birbirlerini bütünleyerek iç içe geçişmeler gösterirken, üçüncü yol, temel olarak asal bir ayrımla ortaya koyar kendini: birinci ve ikinci yolda geçmiş şiire aktarılırken, üçüncü yolda şiirin öz olarak kendisi de tarihsellik gösterir. Gencölmek gibi. Bir Yaz Ölümüne Hazırlık gibi. Tutuklu Gençler Arasındayım gibi. Geçmiş, burada, salt bir içerik değil, aynı zamanda şiirsel tümdeşleşmenin doğrudan eylemlendiricisi konumundadır:

İri puntolarla vurulan öğrencilerim

İnce bir sıtmayla geliyor Güz

Kırmızı suratımı siliyor Yağmur

Zaman birdenbire kısalıyor       (s.110)

*

Saat 19 Haberlerinde Taylan Özgür’ü vurdular

Bütün yanaklarım sapsarı

Güneş, aklında tut bunları

Matematik, hesapla bunları       (s.111)

*

İçinden ağlama teneffüsü’dür şimdi

Vietnam, Filistin, İrlanda           (s.81)

*

Ortalık karışıktır

Yusuf’un ütüsüz bir gömleği bizde

Hüseyin yüzümde bir rüzgâr Hüzün kaldı

Deniz bir koyu ateşte tutuşup yandı işte            (s.58)

*

Her zaman dağların bir sahibi var mıdır

Çatışmada ölenler fotoğrafsız kaldıkça

Ve idam haberleri kısa yayınlandıkça    (s.140)

 

IV.şimdiki adresiniz çocukluk anılarıdır

Yaşanan hiçbir olay, olgu ya da düş, yaşayanla eşdeğerde duyumsanamaz. Yaşayanın, duygulanma yoğunluğunun anlama çabasını sözcüklerle dile getirdiğinde bile, her zaman bir eksiklik ya da yetersizlik vardır ve kalır. Yaşayanın dile getirdiği özenle ve dikkatle irdelenmelidir. Sözcüklerin dizilişi, akışkanlığı, vurgulama yerleri, araya giren duraksamalar, yinelemeler,vb… Unutulmamalı, yaşayan duyumsamalarını dile getirdiğinde bile yakın ya da uzak bir geçmiş söz konusudur. Dile getirilen an değil. Bu açıdan, çocukluk anahtar kavramının durmagit karşımıza çıkması, her insanın yaşadığı süreç içinde zorunlu bir dönem olduğu için şaşırtmamalıdır. Şaşırılması gereken, bütün şiirlerdeki çocukluğun ve çocukça duyguların böyle saf, böyle incelikli, böyle akıllıca nasıl korunup nasıl sürdürüldüğüdür. Her devinimde, her olayda, her davranışta, her duyguda çocukluğa ilişkin bir yan ve yön bulunması Günçe’de baştan sona vazgeçilmez bir örgülemedir. Bu örgüleme hermetic ve hermeneutic nitelikleri birlikte taşımaktadır. Acısıyla tatlısıyla. “Gerçeküstü imgelere dayalı, aşırı duygusallıkları akılla dengeleyebilen bir matematiğe sahiptir onun şiiri. Bu şiirlerde çocuksu, hatta çocukça bir anlatım altında humor dolu bir anlam ve gerçeklikler yatar.10

Salt yurtsama değildir bu boyut. Yaşanan ve yaşanılan her şeye bağlanarak vurgulanan sürekli bir arakesitler silsilesidir. Günübirlik olana çocukça bakar, çocukçalığında bile gizli bir tarihçilik sezilir. Fonda kalan değil bizatihi bir tarihçilik. Yaratıcılığı önemli ölçüde çocukluk dönemi haylazlığı ile örtüşür. Bir yandan müthiş bir fantezi dünyası, öte yandan çocukluğun kendi iç mantığı ve duyulmama işleyişi, şaşırtmacalarla kurulmuş acı gülümseyişler, yetişkinlere göre farklılık gösteren algılama düzeneği, daha da önemlisi özgüllüğü tüm yaşamı boyunca yaşadıklarına ve yansıttıklarına silinmez izler taşımaktadır. Gerçekte, şair beni, toplumsal benle çakışabildiği ölçüde yakınlık kurulabilen özgül bir bendir. “Yakınlık”, bire-bir örtüşme değil:

Ihlamur korusunda ağzında kuru papatyalarla dolaşır,

Bayram gecesi yangın çıkar, çılgınca eğlenilir.

Yangın yerinde gümüş paralar bulur,

Kardan çocuk olup okula gider.

Kilisenin kireç duvarında kömürle kulaklarına papatyalar takılı dev çizer.

Erik toplar.

Sedef çakısı ile parmağını kesen arkadaşının parmağını emer.

Masallar dinler.

Koşup bahçelere saklanır.

Parklarda simit yer.

Kelebek biriktirir.

Pul biriktirir.

Söğüt ağacından yapılan düdükleri öttürür.

Mızıkası bozulur.

Mandolin dinler.

Elma çalar, babasına yakalanır.

Cebinde üzüm leblebi atlı karıncaları izler.

Kedi besler.

Dedesinden Kur’an öğrenir.

Dondurma yer.

Çocukluğa ilişkin davranışların tamamı şair bene sahip bile olsa şiirlerindeki birçok çocuk-kahramanın yaşantısına geçirilmişlerdir. Yaşanan, anlatılan ve gözlenen birliktedir.

Başka çocuklardan ve davranışlardan söz ederken bile kendi çocukluğunun izleri parıldayıverir:

Öğrenci:

“İki ölüm boyu yüksekte salınan bir uçurtma”   (s.82)

*

Tutuklu:

“herkes burda kediyi tekmeler minnoş diye bir kedi var

beni ise yalar o da elimi ve yüzüm yalar iyi severim” (s.83)

*

 

Oğlu Dadal’ın çocukluğu da, şairin çocukluğunun izdüşümlerine teğetler çizer. Örneğin, Dadal’ın babasının resmini, yani kendisini çizerken ördeğe benzeteceğini ve saksağan renkleriyle boyayacağını söyler. Yurtdışında iken oğlu Dadal için kaleme aldığı Paris Bildirisi, Ben Uzağa Giderken Dadal Uykuda Olacağı İçin,Yaz Dörtlükleri VI özlemin bütün kırılma noktalarında duygu renklerini cıvıl cıvıl yansıtan güzellikler dünyasıyla bezer: deli sanılmak pahasına.

Çocuk Yılı Törenleri Kapanış Söylevi ile Çocuklar İçin Faşizm şiirleri, duyumsama ve algılama dokusu açısından farkı söylem alanının genişliğidir. Bu genişlemede, doğrudan söylem alanı olarak büyükler için çocuklar seçilmiştir:

Faşizmi çocuklar da anlayabilir

Dayak yemektir serseri bir babadan

Karanlık odaya kapatılmaktır

Hakkını istemekte direttiğin zaman        (s.124)

*

Öyle törenleri biz her zaman kapattık

Üstlerine saygıyla mürekkepler boşaltırız

Kuşlarımız ürkütür tüfekleri

Hiç çiçek ve çocuk olmamış o adamların          (s.127)

*

Çocuk sözcüğü şiirselde süreç içinde kabuk değiştirir ve düşünsel yandaşlarını niteleyen ya da yandaşlarına yönelik bir seslenme ünlemi olarak da karşımıza çıkar:

Ateşi tutuşturdu bizi çocuklar    (s.79)

*

Çocuklar sabırlı olun                (s.92)

 

V.iğdiş geyik gibidir çerkes tabanca olmayınca

Şair, insanlığın bir parçasıdır. Evrensel anlamda insanlığın, yerel anlamda yaşadığı toplumun. Toplumsal ve kültürel kalıtım ile çevresel etkenlerin karşılıklı etkileşimi benlik yapısının asal belirtkenlerini oluştururlar. Benlik de oluştukça, evrildikçe, geliştikçe toplumsal ve kültürel kalıtım ile çevresel etkenleri etkiler. Benlik, kişiliğin karar organı durumundadır: bilir, ister, yapar. Benlik gerçeklik, olabilirlik ve değer bileşenleri ile yaşama biçimini oluşturur. Gerçeklik bileşeni, benliğin içinde bulunduğu dünyanın ve bu dünyada yer alan olayların gerçekte nasıl olduğun ve kendisinin nasıl bir insan olduğuna ilişkin görüşleridir. Olabilirlik bileşeni neler olabilir ya da olmayabilir sorularının, kişi ve dünyasına ilişkin değişme ve gelişme olanaklarının değerlendirilmesini içerir. Değer bileşeni ise kişinin kendisi ve dünyasının nasıl olması gerektiği konusundaki inançlarını, doğru ve yanlış, iyi ve kötü kavramlarını içerir.11

Ergin Günçe, Çerkes’tir. Anadili resmi dil tarafından teslim alınmış bir Çerkes.Yüzünden ve yanaklarından Çerkeslik akar:

Çerkesçe konuşmayı bilmezsin, Lazca bilmezsin           (s.109)

*

Benim yüzüm çerkes yüzüdür   (s.34)

*

ve Benim yanaklardaki Çerkeslik         (s.54)

*

Anadilini bilmez ama Çerkes otantik yaşamından ve kültüründen etkilenmiştir. Bu yaşantıyı dedesinin bahçesinde bütün hücrelerine işleyecek kadar özümseyerek gerçek kılmıştır.

 

Kısaca Çerkes mitolojisine bir göz atalım:

Kafkas halklarının atası olan Nartların Jak’ej adında yaşlı bir prensleri vardı. Jak’ej, halka etmediğini bırakmaz, onlara eziyet ederdi. Nartlar bir gün, düştükleri durumu görüşmek için gizlice toplandılar. Yaşlılar, kendilerine bir başkan gerektiğini söylüyorlardı.

Tam o sırada Nart Vezirmes’in sesi duyuldu:

“Ey Nartlar, kimi ararsınız? Savaşta yol gösteren, barışta danışmanınız, gelecekten haber vereniniz, kısacası bizi gerçekte yöneten kimdir?...”

Toplantıya katılan Nart erkekleri koro halinde haykırdı:

“Güzeller güzeli, bilgeler bilgesi Seteney Guaşe.”***

Nart Vezirmes de bunun üzerine “Öyleyse bundan böyle yöneticiniz de Seteney Guaşe’dir, dedi”

Nartlar’ın mitolojik kahramanı olan, yarı insan yarı tanrı Seteney Guaşe, güzeldir ve bilgedir. Nart kurultaylarında çözümlenemeyen sorunlar, O’nun dudakları arasından çıkan birkaç sihirli birkaç sözcükle hallolur. O doğan çocukların da isim annesidir. Doğarken kulağına üflemediği çocuk geri zekalı olmaya mahkumdur.

Nartlar’ın atası ise Seteney Guaşe’nin bir kaya parçasından doğan oğlu Sosrıkua’dır. Seteney Guaşe’nin dostu Demirci Tlepş tarafından doğumu gerçekleştirilen Sosrıkua, doğar doğmaz yedi kez suya sokulup çıkarılmıştır. Bir ateş topu halinde doğan Sosrıkua’nın vücudu bu işlem sonucu çelikleşmiş, ama topuklarından tutulduğu için o bölümü etten ve kemikten kalmıştır. Bu yüzden Nartlar’ın ve onların torunları Çerkesler’in topuklarından zayıf olduğu söylenir.

Sosrıkua’nın bir kaya parçasından doğuşu, Grek mitolojisindeki “Cyclop” ve Türk destanlarındaki “Tepegöz’ün doğuşu” ile benzerlikler taşır. Sosrıkua, Kuzey Kafkasya dillerinde ateş saçan ve yakan erkek çocuk anlamına gelir. Onsuz Nart öyküleri çok yavandır. Bu destan kahramanı öykülere öylesine damgasını vurmuştur ki o başka uluslarda bir Prometheus ya da Akhileus olmuştur.12

 

Janak Fahri’den bir Çerkes öyküsü:

Ahirette sorguya çekilen Çerkes’in günahı az, sevabı çok çıkmış. Melekler yakışıklı adama kanat takıp Sırat Köprüsü’nden rahatça geçmesini sağlamak istemişler, ama o kabul etmeyerek atını istemiş. Başmeleğin emriyle getirilen demirkıratını sürdüğü gibi cennete vasıl olmuş. O hali ile kapıdan girmek için zorlayınca “Yoo… olmaz” demişler. “At içeriye giremez.” Nihayet atını iki seyis melekle Araf’a yollamaya razı olmuş. Ama bu kez de ikide bir “Atıma bakacağım” diye cennetten savuşup gitmeye başlamış. Görevli melekler önce biraz bozulmuşlarsa da sonra “Ne halin varsa gör” diyerek işin peşini bırakmışlar.

Bırakmışlar ama Çerkes’in sorunu bitecek gibi değilmiş. Filan arkadaşını, komşusunu, ninesini de yanına istemeye başlamış. Derken mesele anlaşılmış ki bu adam tüm köy halkını ve mahlûkatını da toptan kendi yanına istiyor. Hem de çil horozuna varıncaya dek. İstediklerinden bazılarının cehennemlik olduğu ve cennete gelemeyeceği söylenince de “Beni de alın o zaman buradan” diye dayatıyor. Eee!..Cennette başkaları da var, üstelik birçok kuralın yerine getirilmesi gerekiyor. Huzursuzluk da giderek artıyor. Derken çözüm bulunmuş. Cennetle Araf arasına bir “Çerkes Köyü” kurulmuş.13

Şimdi de, Çerkes düğünlerinde gelin için söylenen gelenekselleşmiş bir şarkının sözlerinden bir bölüm:

Koyun gibi sessiz

Kuzu gibi tatlı sözlü

Tavuk gibi bol yavrulu

Cins köpek kadar sadık

Cins at gibi ünlü

Kuş gibi tatlı sesli olsun14

 

Ergin Günçe, yayımlanan kitabı Gencölmek’te yalnızca bir şiirinde, İkindiye Mandalinalar’da iki kez kullanmıştır Çerkes sözcüğünü:

Uykudadır şimdi bütün çerkes çocukları (s.34)

*

Benim yüzüm çerkes yüzüdür  (s.34)

 

Dergilerde yayımlanan şiirlerinde daha sık, üç şiirde karşılaşılır: Türkiye Kadar Bir Çiçek, Bu Tanrı Dedemden Kaldı Bana, Saçmasapan Bir Şiir.

 

Türkiye Kadar Bir Çiçek’te, şair ben’in bileşenlerine işaret ederek:

Senin saçlarında bir Macar kırmızı var

El yazması Kur’anlar

ve Benim yanaklardaki Çerkeslik

Daha bir sürü çiçekler (s.54)

 

Bu Tanrı Dedemden Kaldı Bana şiirinde ise:

            …

            Güvez kazağımı giydim muşmula yerken düşündüm

            Uyuzduk o yaz, katran süründüm, gölgede uyurken düşündüm

            …

            Tanrı vardır ve bana her zaman kaşlarını çatar

            Zalimler, bu Horoz dedemden kaldı bana

Hem her Kitapta yeri var

Vav iğreti, Sin mum gibi titrek, Mim çomak gibi

Sağdan sola doğru bir kuşku gibi kıvrılır bütün harflerde

 

Kutsal Defter sarardı inceldi sonra  yüzüm

Masalda galiba bir bozukluk var

            …

            Yakasız bir gömlek içinde helvalar kavuran

            Aşureler pişiren dedemde bile bir tuhaflık var

            Çömlekle keşkek kotardı, ermişliğe daldı, durulandı

            Kuşkuyu imanı karıştırmakta

            …

 

Dedemle elele (iki arkadaş) söğütlü yollarda gezdik

            Alçak sesle Gökyüzünü konuştuk

           

Kediler besledik, dondurmalar yedik    (s.68)

*

Ondan öğrenmişimdir olup bitenleri ve eski Arabistanları

Kur’an sözü bilen Suriye göçmenidir onun da dedesi var elbet

Kökenimiz zaten Kafkasya

Leblebi Suresini ve Deve Suresindeki çapkınlığı o öğretti bana

Aydınlık sorularıyla Cebir bilen Çerkes Beyleri

Kandil gibi astım yıldızlarımı ve günü gelince

Ayı ikiye böleceğim ve Sopası Musa’nın nasıl ki yılanları yuttu

Kılıcı her zaman kınında görün ve sonra yargılayın kadını   (s.69)

 

Bir yandan çocukluk günlerinden kesitler, diğer yandan Çerkesler’in yaşadığı göç trajedisi içi içedir. Uyuz olmuş katran sürünmüştür. Dedesiyle el ele iki arkadaş gibi dolaşarak dondurma yemiştir. Kur’an öğrenmektedir. Leblebi Suresi, olasılıkla Leheb Suresidir. Ses benzeşimi ile yapılan bir deformasyon. Deve Suresi ise Ahzab Suresi olma gerekir. Çapkınlık olayı ise şudur: Hz.Muhammed’in özgür bıraktığı ve İslamiyeti seçen köle Zeyd ikinci evliliğini, Hz.Muhammed’in hala kızlarından biri olan Zeynep ile yapar. Daha sonra Zeyd ile Zeynep boşanırlar ve Hz.Muhammed hala kızı Zeynep ile evlenir. Ay’ın ikiye bölme tansığı Kamer Suresinde geçmektedir. Zina yapan kadınlarla ilgili bölüm Nur Suresinde yer alır. Yine, dedesi kökenlerinin Kafkasya olduğunu, bir süre, dedelerinin Suriye’de geçici olarak yerleşmek zorunda kaldıklarını anlatır. Çerkesler’in 1864 yılından sonra Kafkasya’dan Ortadoğu’nun çeşitli yerlerine ve Anadolu’ya göç ettirildiklerini ve yine zorunlu olarak birçok kez yer değiştirmek zorunda bırakıldıklarını anımsamakta yarar vardır.

Sapmasapan Bir Şiir bir bunaltı, bir iç sıkıntısı ve benlik sorunsalı-yaşantısı şiiridir. Yine Çerkesler’in göçlendirilme öyküsü eşlik etmektedir:

Aklımla ben birbirimizi oynatıyoruz.

Kaç gündür boş duran bir tabanca gibiyim

İnsan şapkasız da delirebilir kumral ve sarışınsa

Yüzüm de bir kedidir boş zamanlarımda

Kalbimde kuş kadar bir köpek havlar

Kafkas Haritasından Çerkes köylere indik biz

Atlarını vurdu ve gömdü, kente yerleşti

Gümüş eğerlerini karartıp sakladı

Ne diye homurdanır sanki dedem

 

İğdiş geyik gibidir Çerkes tabanca olmayınca

Çaresi arada kovboy sinemaları

Şakayla öfkeyle geçti şu son beş on yılın delilikleri

Bir köpektir Çerkes aklı, ağzından bulutlar akar

Ben maymundan falan türemek istemedim

Kediden, köpekten ve attan gelirim      (s.108)

Yokuştan ilk çıkanı öldürmektir işim

Sevr ve Lozan bana vız gelir

 

Çerkesler bile eskir zamanla Fakat

Şimdi anladım ki bende Ölüm kokan bir dalgınlık yaşar

“İnsan boş bir tabancadır ama bakarsın birgün patlar!

Çerkesçe konuşmayı bilmezsin, Lazca bilmezsin

Adam olsan bir köpek ve bir tay edinirsin

Ellerini yalar keçilerin sabah esintisinde

Bana kalırsa kendinden boşan

Bir celsede boşanırsın

Yeter artık bu kadar yabancılaşman!    (s.109)

 

Son bir kez daha:

Korkmadım kimsenin devletinden

Ben de elbet Dedemin bahçesinde yetiştim

Kökenim Ateş ve Toprak ve Su           (s.107)

 

Ergin Günçe’nin şiirselini besleyen kaynakları:

a) Çerkes otantik yaşantısı,

b) Türk Şiir,

c)Bağlandığı düşünsel yol: toplumculuk olarak üç şıkta toplayabiliriz.

 

Ergin Günçe şiirselindeki flora ve faunaya göz atacak olursak, zenginlik okuru şaşırtacak düzeydedir:

 

FLORA

Akasya            Çançiçeği         Erik                 Kara dut          Mandalina        Pirinç              

Arpa                Çam                Glayöl              Karanfil            Mısır                Portakal

Asma               Çavdar            Gül                  Karpuz            Meşe               Sardunya

Armut              Çınar               Gürgen Kavak             Mum çiçeği      Söğüt

Ayçiçeği           Çiğdem            Hünnap            Kavun              Muşmula          Şerbet çiçeği

Ayva                Deve dikeni      Ihlamur Kestane           Mürdüm           Tütün

Badem             Dut                  Isırgan otu        Kiraz               Nar                  Vişne

Biber               Ebegümeci       İncir                 Lale                 Papatya           Yasemin

Buğday            Elma                Kahve              Limon              Patates             Zakkum

Zambak           Zerdali             Zeytin

FAUNA

Akrep              Fare                 Karatavuk        Maymun          Tay

Ardıç kuşu       Fil                    Kanarya           Martı               Turna

Arı                   Güvercin          Katır                Oğlak              Yılan

At                    Gelinböceği      Keçi                Ördek

Atmaca            Geyik               Keklik             Saksağan

Balık                Hindi                Kelebek           Sansar

Baykuş Horoz              Kırlangıç          Sığırcık

Beygir              Hünnap kuşu    Kısrak             Sırtlan

Bıldırcın           İpekböceği       Köpek             Sincap 

Bülbül              Kedi                Kurt                 Tavuk

Deve                Kuş                 Kuzu                Tavus kuşu

Eşek                Karınca            Leylek             Tarla kuşu

Seksen iki şiirde toplam elli yedi flora elemanı, elli bir fauna elemanı yer almaktadır. Flora zenginliği yönünden Edip Cansever ve Oktay Rıfat şiirleri kadar verimlidir. Florasında gül, elma ve erik belirgin bir öneme sahiptir. Faunada yer alan at, tay, kısrak, beygir gibi hayvanların varlığı Çerkes ruhunun kentte de duygulanım coğrafyasında sürmesi olarak nitelendirmek doğru olacaktır sanırım.

 

VI.bu dünyada gülmedik, öteki de şüpheli

Ergin Günçe şiirde sözün gücünü keşfetmiş, söz ile sözcüğün sınır tanımaz gücünü kavramıştır. Ergin Günçe şiirseli özellikle imge kuruluşlarında retorik ve derinlik açılarından Cemal Süreya şiirseline yakınlık kurar. Söyleyişteki inatçı ve paradoks dil, başlangıçta birinci yeniden az da olsa izler taşır:

Sahici bir adam gibi ütülü pantolon giyer.

 

Yemeklerden dolmayı. İçkilerden rakıyı sever.             (s.18)

 

Kurgulama diridir her zaman. İlk dizeden son dizeye hızlı bir akışkanlık vardır. Yaşamı algılama hızındaki akışkanlık gibi. Us sıçramaları naiftir. Şiirin plastik bir sanat olduğunu kavramıştır Günçe. Kimi zaman, fotoğraflara bakarak kaleme aldığı şiirlerde, fotoğraf, kanlı canlı karşınızda belirecek gibi bir duyguya kapılırsınız. Fotoğrafı çeken elin tetiği ile şairin kalemi aynı görüntüyü iki farklı dilden sunmaktadır. Öykü dili, masal dili, türküler, marşlar şiir dilinin içinde eriyerek, yeni bir tat, yeni bir yönelim kazanarak rahatça sızıverir. Yadırgamazsınız. Çocuksuluk acı-alay’ın kaynağıdır. Her yaşında çocuk kalan bir ruh güzelliği vardır şiirlerinde. Sav-sözlü bir dildir Günçe şiirseli:

Her sıkıya karşı şiir direnecektir

Uyaklı, gür sesli, kekeme, ürkek

Her yönetime karşı başkaldırır aslında

Elemlerin sanatı, Gencölenlerin             (s.94)

 

Çağdaş sorulara geçmeli zaten şairler, der ısrarla. Bilgece bir biçem egemenliğinin özellikle siyasal şiirlerinde kendini duyumsattığını görürüz. Dil kıvraklığı ve bilinçli konuşma dili müdahaleleri önünde sonunda duygudan düşünceye çılgın bir şok yaşatacaktır. “Ergin Günçe’nin imaj alanları Gerçekliğin bütünselliğinde izlenen bireye düşkünlük gösteriyor.(...) Ergin Günçe’nin şair rengi iyi ifade edilebilecek kadar belirgin: bağıntısal ya da düşünsel ya da hiçbir ağırlık yüklemeden, mısrayı dünya üzerinde yoğunlaştırmasını bilmek. Ergin Günçe, bireyin kendi hakkındaki bilincini, aynı zamanda dünyaya ait bir soru olarak koymasını bilmiştir.15

Ergin Günce yaşadığı gibi yazdı, yazdığı gibi yaşadı. Ölümü de öyle. Bütün Gencölenleri selamlıyoruz:

GÜNLERDEN EYLÜL, AYLARDAN ERGİN GÜNCE

Günlük şarabımız var maşrapa içinde

Külde pişmiş patatesler ve eşsiz pilavzerde

Din kitaplarımız, putlarımız, telvelerimiz

Yeleği de köstekli bir amca kahvesinde

 

Suratı çilli günler, gölgesi uzun günler

İşte bir bağ bozumu, işte bir çıngıl üzüm

Gökyüzüne yaslanıp saatimi kuruyorum

Kimsecikler duymasın bir Tanrı olduğumu

 

İstersen bu Duayı bir Çınara söylerim

Ben kendi başımdaki en önemli şapkayım

Islıkla her türlü marşı çalan bir Arap

Bazan bizim orada bir yokuştan iniyor

 

İşte durumlar böyle ey Kandil Simitleri

Bir değirmen bu günler kalbimi öğütürüm

Serentiler kurarım ömrümü kuruturum

Haritamda denizlerin yerleri değişiktir

 

Günlük peynirinizi bize veriyor

Kızarmış bayat ekmek, suda kaynamış pirinç

Sen ne dersen de yeleği köstekli Kahve

Durup dururken Tanrımı seviyorum

 

Günlerden Eylül aylardan Uzun Eşek

Bir Tabanca çıkarıp kendimi vuruyorum.

 

 

*Altını ben çizdim (T.A.B)

** Bütün şiir alıntıları Türkiye Kadar Bir Çiçek adlı kitabından yapılmıştır.

Günçe, Ergin, Türkiye Kadar Bir Çiçek, Can Yayınları, İstanbul, 1988.

*** Seteney Guaşe adı Kuzey Kafkasya dillerinde gül anlamına gelir. Güneş Gazetesi, 22 Ağustos 1990.

1 Mehmet H.Doğan, Şiirin Yalnızlığı, Broy Yayınları, 1986, s.356-357.

2 Türkiye Kadar Bir Çiçek’te, Ergin Günçe’nin önce Sanat Olayı dergisinde sonra Tan Edebiyat Yıllığı 1982’de (s.150) yayımlanan şiiri Günlerden Eylül, Aylardan Ergin Günçe’yi görememek beni üzdü. Yazınımıza onca seçkin ve güzel kitabı titizlikle kazandıran Can Yayınları’nın bu konuda daha duyarlı davranmasını beklerdim. (T.A.B.)

3 Veysel Öngören, Su Şiir Seçkisi, Beşinci Kitap, 1985, s.10-12.

4 Adnan Özyalçıner, Türkiye Kadar Bir Çiçek, s.156.

5 Cemal Süreya,  Türkiye Kadar Bir Çiçek, s.154.

6 Engin Gençtan’ın çağdaş Yaşam ve Normaldışı Davranışlar (1989), Psikanaliz ve Sonrası (1988), Varoluş ve Psikiyatri (1990) isimli kitaplarından ile Nezahat Arkun’un İntiharın Psikodinamikleri (1978) isimli kitabından geniş ölçüde yararlanılmıştır.

7 Adnan Özyalçıner,   Türkiye Kadar Bir Çiçek, s.156.

8 Cemal Süreya, Türkiye Kadar Bir Çiçek, s.154.

9 Veysel Öngören’in Gencölmek şiiri ile ilgili rotu şöyledir: “Gencölmek adlı şiir 1960 yılında yazıldı.” Su Şiir Seçkisi, Beşinci Kitap, 1985.

10 Adnan Özyalçıner, Türkiye Kadar Bir Çiçek, s.155.

11 6 nolu dipnotuna bakınız.

12 Fuat Uğur, Kaf Dağı’ndan Anadolu’ya Çerkesler, Güneş Gazetesi, 22 Ağustos 1990.

13 Janak Fahri, Güneş Gazetesi, 24 Ağustos 1990.

14 Fuat Uğur, Kaf Dağı’ndan Anadolu’ya Çerkesler, Güneş Gazetesi, 26 Ağustos 1990.

15 Veysel Öngören,Su Şiir Seçkisi, Beşinci Kitap, 1985.

(*) Bu yazı, Kıyı dergisi ile Sosyal Demokrasi İçin GELECEK dergisinin Mart 1992-Eylül 1992 sayılarında yayımlanmıştır.

 

Tuğrul Asi BALKAR