Bu kitap Henri Barbusse'ün
hatırasına...
Kendi ülkesinde kendi
dilini istediği
gibi kullanamadığı için, Asya
ve Afrika
dillerine merak saran
bir İtalyan arka-
daştan, geçenlerde bir paketle bir mektup
aldım.
Arkadaşın adını
yazmak istemiyo-
rum. Başı belaya girer. Fakat mektubunu
olduğu gibi aşağıya geçiriyorum.
ROMA, 5 AĞUSTOS 1935
Kardeş,
Sen Roma'yı kartpostallardan, tarih ve coğrafya kitaplarına basılan fotoğraflardan
tanırsın. Taşları Sezar'ların ve Lejyon'ların kabartmalarıyla oymalı üç
gözlü kapılar; kıyılarının yarısını fareler yemiş kocaman bir eleğe benziyen
Koliseum; Batrus resul kilisesi meydanı ve güvercinler; Palazzo Venezia
sarayı, balkonu ve bu balkonda ağzı bir karış açık, sağ eli kalçasında,
sol eli havada, öylece donakalmış Mussolini.
Fakat bu kartpostallar Roma'sına benzemiyen bir Roma daha vardır. Onun
ne fotoğraflarını çekerler, ne kartpostallarını satarlar. Bu ikinci Roma'nın
adı: Cartieri Popolari - HALK MAHALLELERİ'dir... Burada evler, Amerika'ya
göç edemiyen bir İtalyan işsizinin umutsuzluğuna benzer. Buranın karanlığı
terlidir, yapışkandır ve kokusu ağırdır. Bu mahalleler, boyalı kartpostalların
parlaklıklarında bile ışık bulamadıkları için ne coğrafya kitaplarına girerler,
ne de güzel, tarihî manzaralar meraklısı yolcuların koleksiyonlarına...
Kızını, İtalya'nın en zengin, en rahat delikanlısı Kont Ciano ile evlendiren
ve kendisi Prens Torlonya'nın armağanı Villa Torlonya'da oturan büyük idealist
Sinyor Mussolini, İtalyan Ansiklopedisi'nin «F» harfinde faşizmin ne demek
olduğunu anlatırken der ki:
«Faşist, rahat hayata hor bakar... Yeryüzünde saadetin mümkün olacağına
inanmaz.»
Faşizmin bu «rahat hayata hor bakmak ve yeryüzünde saadete kavuşmamak»
nazariyesi, büyük bir ciddiyet ve samimiyetle «Cartieri Popolari - Halk
Mahallelerinde» gerçeklendirilmiştir.
Banka Komerçiale'de direktörlük ve İtalyan finansına Sezar'lık eden Lehli
Töplitz'in en yakın dostu İl Duçe Benito Mussolini, yine «F» harfinde faşizmin
tarifini yaparken şöyle der:
«Faşizm için her şey devletin içindedir. Devletin dışında manevî veya insanî
hiçbir şey yoktur, her şey değersizdir.»
Bu derin, bu erişilmez faşist görüşünün nasıl gerçekleştiğini anlamak için,
Bertolino Splandit Otel'in İtalyan güneşlerinden daha ışıklı salonlarında
toplananlara yükselmek değil, «Cartieri Popolari - Halk Mahallelerinde»
oturanlara inmek gerektir. Bu mahallelerin oturucuları, gerçekten de büyük
bir enerjiyle, devletin hapishaneleri, vergi daireleri ve polis karakolları
içine alınmışlar, onlara devletin dışında her şeyin değersiz olduğu, gerçekten
de anlatılmıştır...
Yine İtalyan Ansiklopedisi'ndeki «F» harfine faşizmin tarifini yaparak
ün veren ve böylelikle büyük ansiklopedilerin nasıl birer bitaraf bilgi
eserleri olduklarını ispat eden İtalyan kurtarıcısına göre:
«Faşizmin anladığı hayat ciddî, ulvî ve dinîdir..»
Bu, gerçekten de böyledir. Gerçekten de, yalnız Roma'nın Cartieri Popolari'sinden
değil, bütün İtalya şehir ve köylerinin Halk Mahallelerinden, karınları
kaburgalarına yapışmış on binlerce aç orospu yetişmekte ve bunlar böylelikle
faşizmin anladığı ciddî, ulvî ve dinî hayata kavuşturulmaktadırlar.
Fakat, sana şunu söylemeliyim ki, Cartieri Popolari oturucularının birçoğu,
ne yazık ki, Ansiklopedi'de yapılan bu tarifleri anlamamakta ve çok daha
az ciddî, ulvî ve dinî de olsa, kendilerine göre faşizmi şöyle incelemektedirler:
«Bazı muayyen şartlar altında burjuva emperyalist, irtica saldırışının
ilerlemesi faşizm biçimini alır. Faşizm, finans kapitalinin en mürteci,
en şovenist ve en emperyalist unsurlarının açık, terörist diktaturasıdır.
Faşizmi doğuran muayyen, tarihî şartların başlıcaları şunlardır:
«Kapitalist münasebetlerinin kararsızlığı, deklase olmuş sosyal unsurların
çokluğu, şehir ve köy küçük burjuvazisinin ve geniş bir münevverlik yığınının
yoksulluğa düşmesi, proletaryanın uyandırdığı dehşetli korku.»
İşte ben, bundan iki hafta önce, faşizmin böyle bir kuru, böyle bir şiirden
uzak tarifini yapan Roma'nın Halk Mahallelerinden Garbatella'da üç katlı
bir evin kapısını çaldım.
Burası, fakir talebelere, faşizmin ulviyetini anlamamış bilginlere ve artistlere,
bekâr işçilere teker teker oda kiralıyan evlerden biriydi.
Kapıcı kadına, kiralık bir oda istediğimi söyledim. Beni ikinci kata çıkardı.
Gösterdiği odayı beğendim.
Kiralık odalar, kiralık elbiselere benzerler. Her ikisinde de aklıma ilk
gelen şey: «Bunu benden önce kim giydi? Burada benden önce kim oturdu?»
olur.
Karyolanın kıyısına iliştim:
— Benden önceki kiracınız kimdi? diye sordum kapıcı kadına.
Kadın, kaba etine iğne batırılmış gibi silkindi birdenbire. Sonra kuşkulu
gözlerle yüzüme baktı. Ve daha sonra:
— Size haber vermediler galiba, dedi. İki gün önce onu tevkif edip götürdüler.
Kadının bu cevabından hiçbir şey anlamadım. Fakat kısa bir karşılıklı şaşalamanın
sonunda iş anlaşıldı. Beni, Roma Emniyet memurlarından biri sanmıştı. İki
gün önce, yine emniyet memurlarınca tevkif edilip götürülen adam ise Habeşli
bir delikanlıydı.
Kapıcı kadının anlattığına göre, bu delikanlı Habeşistan'ın Galla boyundan
putperest bir zenciymiş. Bir yıl önce bu odayı kiralamış. İtalya'ya resim
öğrenmek için geldiğini söylermiş.
Bütün bunları öğrendikten sonra benim artık odayı kiralamaktan vazgeçeceğimi
sanan kapıcı kadın basbayağı üzüldü. Zencinin arkasından odayı iyice silip
süpürdüğünü uzun uzadıya anlattı. Hattâ karyolanın demirlerini bile lizollamış.
Odayı tutmaktan vazgeçmediğimi söyledim. Ve akşamüstü tekrar bavulum ve
kitaplarımla döndüğüm vakit, baskına uğrayıp içinden bir adam götürülmüş
bir odada yaşamaktan korkmadığım için, kapıcı kadının gözünde yarı kahraman
kesildiğimi anladım.
Odanın ortasında ilk yalnız kaldığım an, ilk yaptığım şey orta yerde kımıldanmadan
öylece durmak oldu. Sonra adeta koşarak, gittim kendimi karyolanın üstüne
bıraktım.
Düşünüyorum:
Şimdi benim sırtüstü yattığım karyolada o Gallalı delikanlı bir yıl yatmış.
Gözüm tavan tahtasında bir budağa ilişti. Onun gözleri de bu budağa ilişmiş.
Yastığın üstünde, benim saçsız, yarı dazlak kafamın yanında onun kara kıvırcık
saçlı başını görüyordum. Yukardan aşağı lizollandığını öğrendiğim karyolanın
demirlerinde, onun koyu pembe, yumuşak avuç içlerinin yeri duruyor... Kalktım
oturdum. Ve anladım ki odada yalnız değilim.
Belki dün gece kurşuna dizilen, belki bu gece kurşuna dizilecek olan bir
adamın bir yıl soluk aldığı, kımıldandığı, düşündüğü, şarkı söylediği bir
odada insan kendisini yalnız hissedemiyor.
Onun buradan çıkarılıp ölüme götürülmesi, onu bu dört duvar içinde, bu
duvarlar yıkılana kadar yaşatacak.
Onu sevdim birdenbire. Ona sınırsız bir saygı duydum. Yıllarca beraber
düşünmüş, yan yana dövüşmüş, bir ağızdan şarkı söylemiş gibiydim onunla.
Odanın ortasında bir masa vardı. Onun oturduğu iskemleyi çektim, onun abanoz
dirseklerini dayadığı masaya dirseklerimi dayadım.
Habeşistan bir yarı müstemleke. O, bu yarı müstemlekenin müstemlekesi Galla'dan
bir zenci. Ben, kara gömlek giymiş bir emperyalizmin ak derili yerli kölesi.
Anamın yüzünü görmedim. Beni doğururken ölmüş. Bu zenci delikanlının yüzünü
bilmiyorum. O bu kapıdan ölüme götürülmüş. Ben bu kapıdan içeri girdim.
Birdenbire anladım ki o, bana anam kadar yakındır.
Yakınlık duygusu öyle bir nesne ki, insan kendine yakın bulduğu insandan
kalmış elle tutulur, gözle görülür bir hatırayı elle tutmak, gözle görmek
istiyor.
Şimdi bu kadar yakınımda, böyle yanı başımda görünmez ellerinin havada
görünmez yapraklar gibi kımıldandığını duyduğum adamdan, gözle görülür,
elle tutulur bir şeyler kalmış olacaktır diye düşündüm. Karyolanın başucunda
bir küçük komodin vardı. Kalktım, alt kapağını açtım: boş. Üst gözünü açtım,
çekmecenin içi eski gazete kâatlarıyla döşeli.
En açıkgöz baskınlarda, araştırmalarda bile, en umulmadık yerlerde, en
çok ele geçirilmek istenen bir şey kalır.
Çekmeceye döşenmiş gazeteleri kaldırdım. En açıkgöz baskınlarda, en umulmadık
yerde unutulan şeyi buldum. Bu, Habeş diliyle yazılmış bir karalamalar
tomarıydı. Gallalı zenci delikanlının karısına yazdığı, fakat gönderdiğini
sanmadığım, mektupların karalamaları.
Önümde, Gallalı zencinin, TARANTA - BABU adındaki karısına yazdığı mektupları,
dirseğim onun abanoz dirseklerinin dayandığı masaya dayalı, okuyorum. Mektuplardan
bazıları eksik. Ara yerden kâatlar kaybolmuş.
Son mektubu bitirdiğim vakit dışarda gün ağarıyordu. Tepemde sallanan elektrik
ampulünün yaldızlı ışığı, kanı çekilmiş gibi boyasını kaybetti. Lambayı
söndürdüm. Üç gün üç gece durup dinlenmeksizin yol yürümüş gibi yorgundum.
Yatağa, onun yatağı üstüne attım kendimi. Ellerimde onun Taranta - Babu'ya
yazıp göndermediği mektupların karalamaları, dazlak kafam onun kıvırcık
kara saçlı başının yanında, uyudum.
Mektubum bitiyor. Sana gönderdiğim pakette TARANTA - BABU'ya yazılan mektup
karalamalarının kendileriyle, benim yaptığım çevirmeler var. Bunları burada
basmak, yaymak mümkün değil. Sen orada neşredersin. Bunların matbaa harfleriyle
basılmış, biçime sokulmuş, kitaplaştırılmış örneklerinden bir tanesini
olsun, ne o, ne Taranta - Babu görecek, ne de ben göreceğim. O, kurşuna
dizildi. Taranta - Babu'nun olduğu yere, gökte kanlı bir haç gibi uçan
ölüm kuşları gidebilir, fakat posta uğramaz. Bana gelince, ben yeryüzünün
dört bucağına, akla gelen bütün yollarla bağlanmış bir ülkede yaşıyorum.
Fakat hiçbir İtalyan posta vapuru, bir tek İtalyan posta tayyaresi ve hiçbir
Avrupa tireni TARANTA - BABU'ya yazılan mektupları bir daha İtalya'ya sokamazlar.
Kendi ülkesinde kendi dilini istediği gibi kullanamadığı için, Asya
ve Afrika dillerine merak saran İtalyalı arkadaştan aldığım mektup bu kadardır.
Paketten, Taranta - Babu'ya yazılan mektuplar çıktı. Asılları bendedir.
Çevrimlerini, İtalyan arkadaşın yaptığı bazı notlarla beraber oldukları
gibi neşrediyorum.
TARANTA - BABU'YA
BİRİNCİ MEKTUP
Babasının yirmi beşinci kızı
benim üçüncü karım,
gözlerim, dudaklarım
TARANTA - BABU.
Sana bu
mektubu
içine yüreğimden başka bir şey komadan
yolluyorum
Roma'dan.
Bana darılma sakın
şehirlerin şehrinden sana gönderecek
kendi yüreğimden daha akla yakın
bir hediye
bulamadım
diye.
TARANTA - BABU;
onuncu gecemdir ki bu
başımı gümüş yaldızlı kitaplara sokuyorum
okuyorum
doğuşunu
Roma'nın.
Önde sıska dişi bir kurt
arkada tombul ve çıplak
REMÜS'le ROMİLÜS
dolaşıyorlar içinde odamın.
Ağlama TARANTA - BABU..
Bu ROMİLÜS
UAL - UAL çarşısında
güpegündüz
senin o incir memeli kız kardeşini
altına alan
mavi boncuk tüccarı Sinyor ROMİLÜS
değil
ilk Romalı, kral ROMİLÜS...
NOT:
Birinci mektubun burasında bir
atlayış var. Belki ara yerden bir
kâat kaybolmuş.
Fakat aşağıdaki
satırlarla ilk Romalı Kral Romilüs'ü
Taranta - Babu'ya anlatmak iste-
diği belli :
Dalgalar
birbirlerini devire devire,
Dalgalar
döverdi Korsika kıyılarını
haykırdıkça açık denizlere
Antium yamaçlarından, o...
Ve yıldırımları tutup saçlarından, o,
çalardı yere
ne zaman
göğe kaldırsa elini.
Sanki babası boksör Karnera'ydı,
anası başbakan Mussolini.
NOT:
Mektubun buradan aşağısı yine
eksik. Fakat anlaşılıyor ki, Romi-
lüs'ün tarifinden sonra Taranta -
Babu'ya Roma'nın kuruluş efsa-
nesi anlatılıyor.
REMÜS ve ROMİLÜS...
İkizleri Silvia'nın...
Venüs'ünün torunları...
Bakılmadan
gözlerinin
yaşına,
karanlık bir gece, bir dağ başına
fırlatıp
attılar onları..
Ne
alınlarında defne,
ne bacaklarında donları...
Ve daha o zaman
Habeşistan'a yeşil boya
vurulmadığı için
ve BANKA di ROMA
daha kurulmadığı için,
ROMİLÜS'le REMÜS
bir sabah erken
dağda düşünürlerken:
— «Şimdi biz
ne haltederiz,
diye, burada?»
Rastladılar yavrulu bir dişi kurda.
Yavruları vurdular.
Ana kurdun sütüyle
karınlarını bir temiz
doyurdular.
Sonra gidip
Roma'yı kurdular.
Kurdular ama
iki adama
dar geldi Roma.
Ve bir akşam
bilmeden geçti diye
şehrin sınır taşını,
çekince kopardı ROMİLÜS
kardeşi REMÜS'ün başını...
İşte böyle TARANTA - BABU..
Gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu:
temelinde Roma'nın
dişi kurt sütüyle dolu kovalar
ve bir avuç kardeş kanı var...
TARANTA - BABU'YA
İKİNCİ MEKTUP
Boynunda mavi maymun dişinden
üç dizi gerdanlık taşıyan,
kırmızı tüylü bir kuş gibi göğün altında
ve bir akarsu gibi yerin üstünde yaşıyan,
sözleri sözlerimin
gözleri gözlerimin bakır aynası,
üçüncü kızımın
ve beşinci oğlumun anası
TARANTA - BABU!..
Aylardır
kalmadı çalmadığım kapı.
Sokak sokak
yapı yapı
adım adım
Roma'da
Roma'yı aradım!..
Burda artık
büyük ustalar mermeri ipekli bir kumaş gibi
kesmiyor;
Floransa'dan rüzgâr esmiyor!.
Ne Dante Aligeri'den şarkılar,
ne Beatriçi'nin nakışlı yüzü var,
ne Leonardo da Vinçi'nin öpülesi eli!..
Mikel Ancelo
müzelerde prangalı bir kürek mahkûmudur.
Ve sapsarı boynundan
bir katedral duvarına asmışlar Rafael'i!.
Roma'nın büyük
Roma'nın geniş caddelerinde bugün;
dayamış sırtını beton-arme bankalara,
çifte başlı bir balta gibi duran
yalnız bir kara
yalnız bir kanlı gölge var:
Her adımında bir
esir
başı vuran,
her adımında bir mezar
açıp
geçen
SEZAR!..
Roma!
Kovadis Roma?
diye sorma!
Bizim oraların güneşi gibi aydın
ve ortada bu!
Sus TARANTA - BABU!
Sevgiyle
saygıyla,
gülerek
haykırarak
sus!..
Dinle bak:
zincirlerini kırıyor
Roma'nın varoşlarında SPARTAKUS!..
TARANTA - BABU'YA
ÜÇÜNCÜ MEKTUP
Papa XI'inci Pi'yi gördüm Taranta - Babu;
bizim kabilenin
büyük sihirbazı
neyse
burada o da, bu..
Yalnız,
bizim sihirbaz,
üç başlı mavi şeytanı
Harar dağları ardına kovmak için
para almaz.
Kurbanlık yaban eşekleriyle
yılda iki yük fildişi yığını
kapatır onun
bütçe açığını.
Oysaki, Sa sentete
Papa
bütçesini yaban eşekleriyle kapa-
-tamaz..
Adamcağızın
kara cübbeleri altın işleme haçlı elçileri
ve kısa donları ponponlu askerleri var.
O, onların
onlar onun
eline bakıyorlar.
Papa XI'inci Pi'yi gördüm Taranta - Babu!
Korporatif bir heyecanla dudaklarını satan
ve yarım lirete yarım saat yatan
cennet İtalya'nın hür vatandaşlarından bir kadın,
Papa bağışlasın diye günahını etin
yarısını verip yarım liretin
satın almış da bir resmini hazretin
başucunda asmıştı bir yere.
Baktım:
ne Azizlerden Jorj'a benziyor
ne Sen Piyer'e.
Onların altın gözlükleri yok
taranmamış
yağlı
uzun sakalları vardı...
Bunun
taranmamış
yağlı uzun
sakalı yok,
fakat altın gözlükleri var.
Papa XI'inci Pi'yi gördüm TARANTA - BABU!
XI'inci Pi
yumuşak tüylü kara koyunlar otlatan
bir çoban
gibi
taçlı ve taçsız kralların otlağında
ruhları otlatıyor.
XI'inci Pi
ki
bir ahırda babasız doğanın
vekilidir,
Meryem'e yakın olmak için
nefsi nefisine edip işkence
her gece
mermer sütunlu bir sarayda yatıyor.
TARANTA - BABU'YA
DÖRDÜNCÜ MEKTUP
İtalya'nın
nakışlarında güneşler oynaşan ipekli şalları,
Pompei yollarında kara katırlarının nalları,
boyalı kutusunda Verdi'nin yüreği atan
laternası
ve âlâ düdük makarnası
kadar
faşizmi de meşhuuurdur
Taranta - Babu.
İtalya'da faşizm
Emilialı büyük toprak kontlarının asâlarından
ve Romalı bankerlerin demir kasalarından
geçip
İL DUÇE'nin dazlak kafasında dank demiş
bir nuuurdur
Taranta - Babu..
Bu
nur
yarın
inecektir üstüne
Habeş ovalarında mezarların.
TARANTA - BABU'YA
BEŞİNCİ MEKTUP
Görmek
işitmek
duymak
düşünmek
ve konuşmak
koşmak alabildiğine
başı dolu
başı boş
koş-
-mak...
Hehehey TARANTA - BABU
hehehey
yaşamak ne güzel şey
anasını sattığımın
yaşamak ne güzel şey..
Düşün beni
kollarım, senin üç çocuk doğurmuş
geniş kalçalarındayken...
Düşün sıcak...
Düşün kara bir taşa damlıyan
çırılçıplak
bir su sesini...
İstediğin yemişin
rengini, etini, adını düşün...
Gözdeki tadını düşün
kıpkırmızı güneşin
yemyeşil otun
ve koskocaman
masmavi bir çiçek gibi açan
ay ışığının...
Düşün TARANTA - BABU!
İnsanoğlunun yüreği
kafası
kolu
yedi kat yerin altından
çekip çıkarıp
öyle ateş gözlü çelik allahlar yaratmış ki
kara toprağı bir yumrukta yere serebilir,
yılda bir veren nar
bin verebilir.
Ve dünya öyle büyük,
öyle güzel
öyle sonsuz ki deniz
kıyıları
her gece hepimiz
yan yana uzanıp yaldızlı
kumlara
yıldızlı suların
türküsünü dinleyebiliriz...
Yaşamak ne güzel şey
TARANTA - BABU
yaşamak ne güzel şey...
Anlıyarak bir usta kitap gibi
bir sevda şarkısı gibi duyup
bir çocuk gibi şaşarak
YAŞAMAK...
Yaşamak:
birer birer
ve hep beraber
ipekli bir kumaş dokur gibi...
Hep bir ağızdan
sevinçli bir destan
okur gibi
YAŞAMAK..
. . . . . . . . . . .
. . . . . . . . . . . . . . .
YAŞAMAK..
Ne acayip iştir ki
bu ne mene gidiştir ki
TARANTA - BABU
bugün bu
«bu inanılmıyacak kadar güzel»
bu anlatılamıyacak kadar sevinçli şey:
böyle zor
bu kadar
dar
böyle kanlı
bu denlü kepaze...
TARANTA - BABU'YA
ALTINCI MEKTUP
Buranın yazıcıları üçe
bölünmüş TARANTA - BABU.
Bir çeşitleri var: yalnız
iç gömleğine değil, ipekli bir mendile benziyen yüreğinin kenarına da altı
dişli taç işleten Danunçio gibi; zıpır Marinetti ve dinamitçi Nobel'in
mükâfatıyla İl Duçe'nin yumruğundan gayrı her şeyden kuşkulanan Pirandello
gibi.
Bunlar, faşist edebiyatının
dâhileri soyundan TARANTA - BABU.
Bunlar, allahlar gibi
konuşur, anlaşılmıyacak kadar karanlıklarla dolu, ulaşılamıyacak kadar
yüksek ve dibi bulunamıyacak kadar derin yazarlar. Fakat yine bunların
senin gibi karınları ağrır. Benim gibi karınları acıkır. Yaşayışları, ya
Milanolu bir yünlü kumaşlar fabrikatörününki gibidir, ya geniş topraklarında
traktör işleten eski bir prens hanedanının reisi gibi.
Bunlar, faşist edebiyatının
dâhileri soyundandırlar TARANTA - BABU.
Ve bunlar, bizim oralardaki
altın külçelerinin kara toprağın altından güneş parçalar gibi çıkartılıp
Banka Komerçiale'nin çelik depolarına getirilmesi için; harbin yaratıcı
dinamik bir kuvvet; sapsarı bir çölde boynunun damarı kesilerek ölmenin,
İtalya'nın Akdeniz suyu gibi masmavi göğünün altında ebediyen yaşamak demek
olduğunu edebiyatlaştırmışlardır.
Ben, üç nehirle ayrılmış
üç toprak parçası gibi üçe bölünen İtalyan yazıcılarının bu dâhiler soyuyla
yalnız kitaplarının satırlarında konuştum ve yüzlerini, yalnız gazetelere
basılan rötuşlu fotoğraflarından tanırım.
İtalyan yazıcılar dünyasının
ikinci çeşidine gelince, bunlardan bir iki örnekle karşılıklı oturup konuşmuşumdur.
Ve benim Afrika gecesinin ılıklığını taşıyan ellerim, onların, pırıltısı
yaldızlı Meryem Ana tasvirleri önüne dikilen ince mumlar gibi sarı ve soğuk
parmaklarına dokundu. Hele içlerinde bir tanesi vardı ki, TARANTA - BABU,
gözleri, bir yaz günü güneşin ışığına ve sıcaklığına dayanamayıp kudurduktan
sonra, sıra dağlardaki küçük mağaranın ıslak karanlığında ölen köpeğin,
gözlerine benzerdi.
Bu, bir şairdi, bir romancıydı,
bir mütefekkirdi Taranta - Babu. Fakat her şeyden önce, zavallı bir kokainomandı.
Onunla arkadaşlarına yarı lokanta ve yarı meyhanemsi bir yerde rastlıyordum.
Bağıra çağıra konuşurlardı. Kavga ederlerdi. Hattâ bir gece, «İSA mı daha
mistiktir? Konfüçyus mu daha mistik?» diye aralarında çıkan bir yüksek,
bir derin, bir ilmî münakaşada, bir genç, benimkinin kafasında bir şarap
şişesi kırdıydı.
Faşist miydi? Tam değil.
Demokrat mıydı? Tam değil. Tam değil. Kafası da, kokainle harap olmuş uzviyeti
gibi yarımdı. Onda tam olan bir şey vardı TARANTA - BABU, şaşkın zavallı
ve kökü kurumuş bir ağaç gibi, mütereddî bir insan soyunun örneği olması.
Faşizme düşman geçinmiş. Sonra günün birinde el altından mahalle faşyosuna
istida vermek istediği duyuldu.
Bunun doğru olup olmadığını
bilmiyorum. Fakat kendini dünyanın mihveri sanan bir deli her şey yapabilir.
Ve o böyle bir deliydi.
İtalyan faşizminin bu
ikinci çeşit yazıcılarının ne yazdıklarını sana anlatabilmek için, onun
bir şiirini buraya geçiriyorum.
Bu şiir, o yarı lokanta
yarı meyhanemsi yerdeki toplantılardan birinde okundu. O gece hepsi ordaydılar.
Yaşlı bir romancının şerefine bir ziyafet veriliyordu. Benimki birdenbire
ayağa kalktı. Sarhoştu. Ağzının açılıp kapanışlarını bile kullanamıyordu.
Ortaya doğru bir iki adım attı:
— Size, dedi, son kitabımdan,
aklıma şöyle geliveren bir yazımı okuyacağım.
Ve elleriyle havada geniş
çizgiler çizerek şu şiiri okumağa başladı:
KÖR OLMAK..
Kör olmak ne iyi şeydir,
ne güzeldir sevmek karanlığı.
Ne yalın bir kılıç gibi bir ışık
ne renklerin ağırlığı
ve ne şekillerin kalabalığı..
Ne güzeldir sevmek karanlığı..
Kör olmak ne iyi şeydir.
Kapalı gözleriniz
çevrili içinize,
kıyısında oturup bakarsınız
içinizde dalgalanan denize.
Kapalı gözleriniz çevrili içinize..
Kör olmak ne iyi şeydir.
Körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
Ne kimseye kendi gözlerinden verirler
ne kimsenin gözlerinden alırlar.
Körlerdir ki yalnız
kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.
Ne güzeldir sevmek karanlığı.
Karanlık allah gibidir ve tek başınadır.
Karanlık ölüm gibidir
rengi yok
ahengi yok
dengi yoktur karanlığın.
Dağıtın yanınızdan sopalarınızla
karanlığın peygamberleri, körler,
kalabalığı..
Kör olmak ne iyi şeydir
ve ne güzeldir sevmek karanlığı..
Şiir bitti. Alkışladılar. O, saatlerce çalışıp beyaz bir duvarı renkli
resimlerle doldurmuş bir nakkaş yorgunluğuyla, sallanarak yerine döndü.
Tam benim yanımdaki masada, şerefine ziyafet verilen yaşlı romancıyla modellerini
baştan çıkarmaktan resim yapmağa vakit bulamıyan bir ressam oturuyordu.
Ressam, şiir biter bitmez, romancının kulağına eğildi, alaycı bir sesle:
— Nasıl buldunuz? dedi.
Onun, bu şiiri bir Fransız şairinden aşırdığını söylüyorlar.
Romancı birdenbire cevap
vermedi, düşündü. Sonra:
— Bu şiiri okuyan delikanlı
sizin en yakın dostunuzmuş, diye duydum, dedi.
Ressam güldü:
— Dostluk, diye cevap
verdi, kabzasına birbirine düşman iki elin yapıştığı bir bıçağa benzer.
Ne yalan söyliyeyim,
Taranta - Babu, ben, bu dostluk tarifini anlamadım. Bu, yalnız Faşist İtalya'da
mı böyledir, yoksa bütün Avrupa...
NOT:
Altıncı mektuptan elime geçen
karalamalar burada bitiyor.
Mektubun yarım kaldığı belli.
Habeş delikanlının, üçüncü
çeşit İtalyan yazıcılarını nasıl
tarif ettiğini anlamak için
İtalyancayı baştan başa unutup
yeniden öğrenmeğe razıydım.
TARANTA - BABU'YA
YEDİNCİ MEKTUP
Bilirim
beş altıyı geçmez
senin kafanın raflarında dizili
kapalı şişeler gibi sorgular...
Sen ki kapkara cahilsin
herhangi bir
hukuku düvel profesörü kadar..
Buna rağmen
sana sorsam
desem ki ben:
— «Keçilerimizin
kıvırcık uzun
tüyleri dökülüp,
iki başlı memelerinden
iki kol ışık gibi akan
sütleri kesilirse;
ve portakallarımız,
sönen birer güneş yavrusu gibi
dallarında kuruyup,
kemik ayaklarıyla kıtlık,
yerli bir kral gibi geçerse
toprağımızdan,
sen ne yaparsın?»
Bana dersin ki sen:
— «İlk ışıklarla ağarmağa başlıyan
yıldızlı bir gece gibi
damla damla kaybederim boyamı,
damla damla solarım...»
Bana dersin ki sen:
— «Bir Afrika kadınına bu sorulur mu hiç?
Kıtlık ölümdür bizim için
bolluk sevinç...»
Fakat ne hikmettir ki TARANTA - BABU
büsbütün tersine burda bu!.
Bir öyle şaşılası
dünya ki burası,
bollukla ölüyor,
kıtlıkla yaşıyor.
Varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi
insanlar dolaşıyor
ambarlar kilitli
ambarlar buğdayla dolu..
Tezgâhlar
ipekli kumaşla dokuyabilir
topraktan güneşe kadar giden yolu.
İnsanlar yalnayak
insanlar çıplak...
Bir öyle şaşılası
dünya ki burası,
balıklar kahve içerken
çocuklar süt bulamıyor.
İnsanları sözle besliyorlar,
domuzları patatesle...
TARANTA - BABU'YA
SEKİZİNCİ MEKTUP
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU!
Tek başına
yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU
çok korktuğu için
çok konuşuyor!.
TARANTA - BABU'YA
DOKUZUNCU MEKTUP
NOT:
Bu dokuzuncu mektubun başında
bir radyo makinasının fotoğrafı
vardı.
Bugün aklıma
yazısız ve çizgisiz
bir resim geldi, Taranta - Babu!
Ve benim, birdenbire
yüzünü değil,
gözünü değil,
senin sesini göresim geldi, Taranta - Babu;
«Mavi Nil» gibi serin,
yaralı bir kaplan gözü gibi derin
sesini senin!
NOT:
Bu dokuzuncu mektubun burasına
bir gazeteden kesilmiş şöyle bir
haber iliştirilmişti:
MARKONİ, İL DUÇE'NİN
SADIK NEFERİ...
Markoni, gazetecilere. «Ben
şefim Mussolini'nin
emrine amadeyim,» demiştir.
Markoni, ilk tecrübeleri
muvaffakiyetle neticelenen, Habeşistan'da
tatbik edilecek olan bir ölüm ışığı
bulmuştur. Bu ışık....
Havalara sesleri
başı boş
mavi kanatlı kuşlar gibi salan
ve havalardan en güzel şarkıları
olgun yemişler gibi toplıyan elleri, ONUN,
yaparak
kulluğunu kara gömlekli Benito'nun,
boyanacak dirseklerine kadar
kardeşlerimin kanıyla.
Ve Habeş ovalarında öldürecek
büyük bilgin Markoni'yi,
Banka Komerçiale'de aksiyoner
mülti milyoner
Kont Markoni.
TARANTA - BABU'YA
ONUNCU MEKTUP
NOT:
Bu onuncu mektubun başına,
yine gazetelerden kesilmiş
şöyle bir telgraf haberi iliş-
tirilmişti.
......İtalyan kuvvetlerinin Habeşistan'da
harekete geçmeleri için yağmur mevsiminin
bitmesi ve baharın gelmesi bekleniyor...
Ne tuhaf şey Taranta - Babu;
bizi kendi topraklarımızda öldürmek için
kendi topraklarımızın
baharını bekliyorlar.
Ne tuhaf şey Taranta - Babu;
belki bu yıl Afrika'da
yağmurların dinişi,
renklerin, kokuların
gökten yere bir şarkı gibi inişi
ve güneşin altında ıslak toprağımızın
derisi tunç yaldızlı Gallalı bir kadın gibi gerinişi,
bize senin
memelerin
gibi tatlı yemişlerle beraber
ölümü getirecek.
Ne tuhaf şey Taranta - Babu!
Kapımızdan içeri ölüm
kolonyal şapkasına
bir bahar çiçeği takıp girecek...
TARANTA - BABU'YA
ON BİRİNCİ MEKTUP
Bu gece
İl Duçe
binerek bir kır ata
aedromda söyledi söylev
500 pilota..
Söylevi bitti.
Onlar yarın
Afrika'ya gidecekler;
O bu gece
sarayında salçalı makarna yemeğe gitti..
TARANTA - BABU'YA
ON İKİNCİ MEKTUP
Geliyorlar Taranta - Babu,
seni öldürmeğe geliyorlar.
Karnını deşip
barsaklarının
kumun üstünde aç yılanlar gibi kıvrandıklarını
görmeğe geliyorlar.
Seni öldürmeğe geliyorlar Taranta - Babu,
seni
ve keçilerini.
Oysaki, ne onlar seni tanır
ne onları sen..
Ve ne keçilerin atlamıştır
onların çitlerinden.
Geliyorlar Taranta - Babu.
Kimi Napoli'den
Tirol'den
kimi.
Kimi doyulmamış bir bakıştan
yumuşak
ve sıcak
bir elden kimi...
Onları ordu ordu
tabur tabur
bölük bölük
fakat teker teker
düğüne götürür gibi
üç denizden aşırıp
ölüme getirdi gemiler..
Geliyorlar Taranta - Babu,
geliyorlar içinden bir yangın alevinin.
Ve bayraklarını dikip
samandan damına
senin toprak evinin,
gelenler
geri dönseler
bile eğer,
kanlı kesik sağ kolunu Somali'de bırakan
Torinolu tornacı artık
çelik çubukları ipek gibi öremeyecek...
Ve kör gözleriyle bir daha
Sicilyalı balıkçı
denizlerin ışığını göremeyecek.
Geliyorlar Taranta - Babu.
Bu ölmeğe ve öldürmeğe gönderilenler
kanlı sargılarına birer birer
teneke haçlar takıp döndükleri gün,
büyük ve âdil Roma'da
hisse senetleriyle aksiyonlar yükselecek,
ve gidenlerin ardından
yeni efendilerimiz
ölülerimizi soymağa gelecek..
TARANTA - BABU'YA
SON MEKTUP
Taranta - Babu'm!
Bu belki sana son mektubumdur.
Belki birbirimizi bir daha görmiyeceğiz. Belki ilkönce beni kurşuna dizen
namlular, sonra gelip senin memelerinde kırmızı delikler açacak.
Sana bu son mektubumda
İtalya gazetelerinden kestiğim bir iki yazıyla, bir Avrupa gazetesinden
çıkardığım iki istatistiği yolluyorum. Birbiri ardına dizilmiş sözlerle,
alt alta konmuş sayıların kavgasını göstermek istedim sana.
Sayılar mektubumun sonundadır,
sözlerden başlıyorum işte:
Mio caro amico,
O ender incelikleri aldım.
Dehşetli bir nevraljiden muztaribim, fakat seni Pak yortusundan önce göreceğimi
sanıyorum.. Her vakitki gibi, gayet hafif mendilleri tercih etmekteyim,
sen beni baştan çıkarıyorsun. Sana pembe trikoları geri gönderiyorum, bu
tiksindiğim bir pederast renktir. Benim için her vakit kurşunî, fildişi
beyazı, bellisiz mavi..
..... 26 yıldan beri muharebenin
décongestionante, sıhhî ve tahrik edici değerini ilan etmekteyiz. Muharebe
kosmik bir zarurettir ve insanın bedenini gençleştirir, ruhunu tasfiye
eder.
Marinetti'nin beyannamesinden
Geçen muharebede kör olanlar
bile bugün işe yarıyabilirler. Aeroplanlara karşı kurulacak olan bataryaların
dinleyici postalarında körlerin karanlıklara gömülü gözleri, kulaklarının
duygusuyla ışığa kavuşmuş olacaktır.
Corriere della Sera'dan
Artık dönemeyiz. Afrika'daki
200.000 İtalyan tüfeği kendiliğinden ateş edecektir.
Duçe'nin Daily Mail gazetesi muharririne
verdiği mülâkattan
Muharebeye giden karagömleklilere
şu yeni evamiri aşere büyük bir törenle tebliğ edilmiştir:
1 — Vatan sınırlarının
ötesinde silâhlı karagömleklilerin ilerleyişi, beşerî adaletin yerine getirilmesi
ve medeniyetin zaferi demektir.
2 — Kim ki, adaletin
ve medeniyetin yolunda yürümek ister, hayatını fedaya hazır olmalıdır.
3 — Harbin tehlikesi
içinde bu fedakârlık, düşmanın tam ezilişine imana bağlıdır.
4 — Muharebede değer
ortaya çıkar, fakat bu kâfi değildir, bu değerin bekleyişin azabında da
tezahür etmesi gerektir.
5 — İnan, itaat et, dövüş..
İnan; çünkü bilirsin ki, Duçe daima haklıdır; itaat et; çünkü bilirsin
ki, her emir ondan gelir; dövüş; çünkü bilirsin ki, onun kumandası altındaki
her kavga bir zaferdir.
6 — Hiçbir düşman sizi
gafil avlıyamaz, çünkü karagömleklilerin karanlıkları gören gözleri vardır.
7 — Hiçbir düşman karagömleklilerin
maddî sıkıntılarından istifadeye kalkışamaz, çünkü onların, maddeyi yenen
demirden ruhları vardır.
8 — Kim ki, silâhlarına
karşı kıskanç bir itina göstermez, kim ki, kurşunlarını kaybeder, kim ki,
susuzluğun ilk işaretiyle matarasına sarılır, bir karagömlekli değil,
hayata uyamıyan bir zavallıdır.
9 — Eğer bir kıt'a muharebe
esnasında ana kuvvetlerle bağını kaybederse, emir beklememelidir, emir
«İleri, daima ileri»dir.
10 — Silâhların ilk patlayışında,
karagömlekliler önlerinde Duçe'nin koskocaman şeklini göreceklerdir. Onu,
düşmanın gerisinde gökyüzüne çizilmiş görecekler: bir kahramanlık rüyasında
bir dev hayaleti gibi..
Il Popola d'Italia'dan
Bir İngiliz işçisinin aldığı orta yövmiye 100 olarak ele alınırsa :
Amerika'da
......................................... 120
Kanada'da
......................................... 100
İngiltere'de
......................................... 100
İrlanda'da
......................................... 80
Hollanda'da
......................................... 72
Lehistan'da
.......................................... 50
İspanya'da
.......................................... 30
İtalya'da
........................................... 29...
1929 Yılında
300.786 İşsiz
1.204 İflas
1930 Yılında
425.437 İşsiz
1.297 İflas
1931 Yılında
731.437 İşsiz
1.786 İflas
1932 Yılında
932.291 İşsiz
1.820 İflas
Bu sayılar on yıllık faşizmin
bilançosudur, Taranta - Babu. Ondan sonraki yıllarda ne oldu? Bunun karşılığını,
bizim topraklarda ölecek olan İtalyan delikanlıları verecek.