Bu yazıyı ozan Türkiye'deki okurlarına seslenmek üzere özel olarak kaleme almıştır.

YAŞAMDA DA ŞİİRDE DE ŞARKILAR- ÇIKIŞ NOKTAM

    Kitapları, piyanosu olan, sözcüklerle ezgilerin birbirine karıştığı bir evde doğdum, 1943'te. Bu yüzden de şarkılar, yaşamda bir çıkış noktası oldu benim için. Evimiz Danimarka'nın küçük bir taşra kentindeydi. Babam orta kazançlı bir öğretmendi. Daha sonraları kendini sendika işlerine verip uzun bir süre Danimarka Öğretmenler Birliği başkanlığını da yaptı. Bu görevde uzun süre kalmasının nedeni, becerikli, değer verilen saygınlık kazanmış bir başkan olmasıydı. Erkek kardeşimle ben de (başka kardeşimiz yoktu) babamıza saygı duyar, ama çalışmalarının kapsamını pek anlayamazdık. Babam köy doğumluydu, bu gerçeği de hiç bir zaman yadsımadı. Çok çocuklu bir ailenin en küçüğüydü; öğrenim görmüş, ağabeylerininkine benzemeyen bir uğraş edinmişti: Ağabeyleri çiftçi, fırıncı, kasap, balıkçı, arabacı olmuşlardı. Babamın ablası ise dikişçilik yapıyordu. Görüldügü gibi, babamın ailesi pek çok uğraşın temsilcilerini içeriyordu.

    Bu ailenin dinsel inancı, yoksul ya da sıradan ama onurlu insanların güçlü, köktenci Hıristiyan inancıydı. Ama hem gördüğü öğrenimin, hem de gençliğinde ilişki kurduğu çevrelerin etkisiyle babamın Hıristiyanlık'ın bildirisi konusunda görüşleri yumuşamış, dünyayı daha aydınlık gören bir dinsel inanca varmıştı. Babam Det Radikale Venstre partisine de üye olmuştu. Bu siyasal parti, o günlerde anti-militarist görüşleri temsil eden, ilerici bir kentsoylu partisiydi. Çocukluğumda yaz dinlencelerini geçirdiğimiz, damı saman saplarıyla kaplı, iri taşlardan yapılmış köy evinin bahçesini anımsıyorum. Bu bahçede siyasal toplantılar yapılırdı. Babamın üyesi olduğu partinin bir milletvekili geldiğinde, bahçemizdeki direğe Danimarka bayrağı çekilir, konuşmalar yapılır, saldırganlık, savaşçılık üstüne olmayan yurtseverlik şarkıları söylenirdi.

    Babamın sesi güzeldi; okulda, kilisede söylenen ilahilerde başı çekerdi. Evde de sabahları bir ilahi ya da bir şarkıyla bizi uyandırdığı olurdu. Çocukluğumda zayıf yapılı olmasına karşın, bugüne dek sağ kalmasında, sanırım şarkıları böylesine sevmenin etkisi olmuştur. Bu arada, babamın hem yetkin bir öykü anlatıcı hem de oyun düzenleyici olduğunu da belirtmeliyim. Bir sürü masallar, öyküler bilir, kimi Norveç ya da Danimarka halk öykülerini oyunlaştırırdı. Akşamları yatmadan önce, bu oyunları, tiyatrodaki gibi, ailece temsil ederdik.

    Kardeşimle benim için babamızın önemi çok büyük olsa da, evimizin özeği annemdi. Babam ara sıra görev gereği yolculuklara çıktığında, hep yanımızdaydı annem. Kardeşimle beni, insanlar üstüne sevecen, romantik görüşlerinin renklendirdiği bir biçimde yetiştirdi. Hastalanıp yatakta kaldığımız günlerde masallar, öyküler okurdu bize: Andersen'in masalları, Mickey Mouse, kızılderili öyküleri, Jules Verne'in romanları, ne istersek karşı koymaz okurdu. O gün bugündür, ne zaman Andersen'in bir masalını okusam, hep annemin sesini duyarım kulaklarımda. Annem, biz iki kardeşin söylediği her şeyi ilgiyle dinlerdi; bütün görüşlerimizi, buluşlarımızı ilginç bulur, ama çok kızdığı, bizi kınadığı da olurdu. Özellikle davranışlarımızın tek sorumlusu kendisiyse. Annem, bir yandan denizcilerin, bir yandan da yüksek öğrenim görmüş devlet görevlilerinin bulunduğu bir ailenin kızıydı. Kopenhag'taki müzik konservatuarında piyano eğitimi görmüştü. Babamla tanıştıklarında piyano dersleri veriyor, akşamları da bir sinemada piyano çalıyormuş: O günlerde yalnızca sessiz filmler vardı, bu filmler piyano ezgileri eşliğinde gösteriliyordu.

    Annemden, hep yanımızda bulunmasını, durmadan bizi dinlemesini, evde her şeyi denetlemesini, kavga ettiğimizde barıştırmasını, her konuda bize destek olmasını beklemek, gerçekte ona karşı bir haksızlıktı; çünkü annem kendisini, düşlerini, duygularını ezgiler aracılığıyla en iyi anlatabilen bir insandı. Piyano çalarken, yorumladığı ezgiyle bütünleşirdi. Piyano dersi verdiği ögrencileri evimize gelip gider, ünlü şarkıcılar kentimizde verdikleri konserlerde annemin kendilerine piyanoda eşlik etmelerini isterlerdi. Annem kardeşimle bana da piyano öğretmeye kalkıştı, ama haylazlığımız yüzünden bunu gerçekleştiremedi. Ben kentteki başka bir piyano öğretmenine gönderildim; o öğretmenden öırenebildiklerimi bugün bile ara sıra eğlence olsun diye çalarım.

    İkinci Dünya Savaşı sırasında kardeşimle ben daha çocuktuk. Almanlar Danimarka'ya girdiğinde, ben ilkokula başlayalı bir hafta olmuştu. Savaşı belli bir biçimde biz de yaşadık: sokak çatışmaları, hava alarmları, uçakların düşürülüşü, sürekli korku! Babamın bir süre saklanması gerektiğini biliyorduk. Tanıdıklardan kaybolanlar, öldürülenler, babamın iş arkadaşlarından kapımıza gelip yardım isteyenler, barınacak yer arayanlar vardı. Ama yakınlarımızdan tutuklananlar ya da başka yerlere kaçanlar savaş bittikten sonra sağ olarak geri döndüler. Ne var ki, savaş silinmez izler bırakmıştı üzerlerinde.

     Gelelim şiir konusuna. Çocukluk yıllarımda öğrendiğim, şarkılar ve ilahilerdi. Daha sonraları özgürlük şarkılarrı, revue şarkıları, film şarkıları öğrendim. Ortaokul ile lisede ise pek çok Danimarkaca, İngilizce, Almanca şiir okutulup çözümletilirdi bize. Bende ozanlığın temeli belki de o günlerde atıldı; çünkü kafama uygun yazını bulmak için, kentin kitaplığına o günlerde gidip gelmeye başlamıştım. Lisede bize okutulan şiirlerde bulunmayan sözcükleri, düşünceleri arıyordum. Bu araştırmada attığım her adım ise, beni o güne dek alıştığım ekinden, görüşlerden uzaklaştırıyordu. Ama o soğuk savaş günlerinde siyasal görüşmelerimdeki değişimin, gene de beni anababamın ülkülerine daha çok yaklaştırdığını duyumsuyordum. Kentimizdeki solcuların arasına katıldım. Almanlara karşı özgürlük savaşına katılmış olan bu küçük topluluğun üyeleri, o günlerde Danimarka'da geçerli görüşleri savunanlarca gerçek Danimarkalı sayılmıyorlardı.

    Başlangıçta bu topluluğun üyeleri benim için yabancıydı, ama tanımak istiyordum onları. Tanıdım da. Yeni arkadaşlarımın şarkıları işçi şarkılarıydı, bu şarkıların arasında evimizden ya da okuldan bildiğim şarkılar da vardı. Ama bu solcuların uzamı büyük ölçüde kendileriydi: Kendilerinin ya da yoldaşlarının Paris'te, Rusya'daki devrimcilerde, İspanya'daki iç savaşta, Avrupa'daki çeteci savaşlarındaki eylemlerini, Asya, Afrika, Latin Amerika ülkelerindeki ayaklanmalara katılımlarını kapsıyordu bu uzam. İşte o şiirler iyi kötü çevirileriyle elimin altındaydı şimdi: Heine'nin, Aleksander Blok'un, Mayakovski'nin, Yesenin'in, Lorca'nin, Alberti'nin, Hernandez'in, Neruda'nın, Vallejo'nun, Gruillén'in, Grieg'in, Eluard'in, Nevzal'in, Brecht'in şiirleri.

    Solcuların günlük gazetesinde sanat eleştirmenliği de yapan Danimarkali ozan Otto Gelsted'in 1952 yılında yayınlanan "Soğuk Savaş Sırasında Şarkılar" başlıklı şiir kitabında Nazım Hikmet'in iki şiirini görmüştüm. Danimarkacaya Fransızcadan çevrilmiş olan bu şiirler, karanlık bir çağda çevresine ışık saçabilecek, umudu güçlendirebilecek türdendi. O günlerde, sonradan dost olacağım, Danimarkalı iki ozanın, Ivan Malinowski ile Uffe Harder'in yetkin birer çeviri kitabı, Pablo Neruda'nın şiirlerinden bir seçkiydi; Harder'in kitabıysa Fransızca yazılmış Afrika şiirleri güldestesiydi. Sözünü ettigim bu üç kitap, sanıyorum, sonradan yavaş yavaş, pek çok kesintilerle yazacağım şiirleri büyük ölçüde etkiledi. Aimé Césaire, Jacques Roumain, Senghor, Hikmet ya da Neruda gibi yazamadığımı söylemeye gerek yok: Onların yaşantıları, deneyimleri bende yoktu; başkalarına verebilecek hiçbir şeyim yokmuş gibi geliyordu bana; sözünü ettiğim ozanlarsa, benim gibi deneyimsiz, toy bir genç için, yabancı bir ülkenin yurttaşları gibiydiler. Ben, Neruda'nın dediği gibi, "ateş'ten, dumandan yaratılmış, yanar-tüter bir varlık" değildim. Şiiri yazmak isteyip istemediğimi bile kesin olarak bilmiyordum; şiir yazmaktan başka beni çeken o denli çok şey vardi ki! Savaş sırasında bütünüyle kapalı, soğuk savaş günlerindeyse ancak yarı açık kapalı bir kutu olan Dünya'yı gezip görmek istiyordum. Ondan sonra da tiyatro ya da filmlerle ilgilenecektim: Şarkıcılık, oyunculuk yapacak, başkalarının sözlerini yorumlayacaktım.

    Liseyi bitirir bitirmez denize açıldım; Pakistan'ı, Hindistan'ı, Sri Lanka'yı, Birmanya'yı gördüm. Denizde geçen günlerin, gördüğüm Asya ülkelerinin, yazacağım şiirlere büyük etkisi olmustur. Artık Walt Whitman ile Rabindranath Tagore'u anlayabiliyordum, ama Kuzey Amerika ya da Hint şiirinin üzerimde etkisi olduysa, bu etki o ülkelerde babamla yaşıt kuşağın ozanları aracılığıyla oldu. Danimarka'ya dönünce, Kopenhag'taki öğretmen okuluna yazıldım. Burada edindiğim üç arkadaş, yazınla, özellikle de "yenilikçi şiir" ile çok ilgileniyorlardı. Onların yardımıyla, Danimarka şiirindeki, savaş yüzünden gecikmeye uğrayan, "yenilikçi" akımı, bu arada çağdaş İsveç, Finlandiya, Norveç şiirini de bulguladım. Pek çok anlamda geri dönmüştüm Danimarka'ya, ama Asya'nın-Avrupa ile İskandinavya dışındakı dünyanın-bendeki etkisi pusuya yatmış, ortaya çıkacağı günü bekliyordu.

    1960'ların başında öğretmenliği bırakıp bütün zamanımı yazarlığa adadım: Yeni yapıtları tanıtan yazılar, gezi betimlemeleri, şiirler yazıyor; çeviriler, kalem tartışmaları yapıyordum. Radyo izlenceleri de düzenliyordum. Hollanda'da bulundugum bir sürede, rastlantı sonucu, Sybren Polet, Bert Schierbeek, Hugo Claus gibi, kendime çok yakın bulduğum, yenilikçi Hollanda ozanlarını bulguladım. Hollanda dili ile yazınını incelemeye başladım, bu dilden Danimarkacaya çeviriler yaptım. Bu da bende büyük etki bıraktı. Ama bu yönlü yazın yolculuğunda, daha işin başında beni etkileyen ozanları, özellikle Nazım Hikmet'i unutamadım. 1956 yılında Hindistan'a giderken Türkiye'ye uğramış, bir dostumun evinde Nazım Hikmet'in bir kitabını görmüştüm. Daha o zaman Nazım Hikmet'in şiirlerinden Danimarkaca bir seçki yapmayı tasarlamıştım. Bu tasarı ancak 1974'te gerçekleşebildi. Sekiz yıl sonra da ikinci Nazım Hikmet seçkisini gerçekleştirdim.

    1965'te ailece Tanzanya'ya gittik; eşimle ben 1968'e kadar orada, yetişkinlerin eğitimi alanında gönüllü olarak çalistik. Bu deneyim  -Afrika, Tanzanya halkı, Afrikalı ozanlarla, özellikle de Ugandalı ozan Okot p'bitek ile, kurduğumuz dostluk- bendeki etkilerin en büyükleri arasındadır. Ben de "yanar-tüter bir kişi" olmuştum artık: Beste dört düzyazı ile beste bir şiiri içeren bir gezi-anı kitabı ile ilk öykü kitabımdan sonra, uzun, nerdeyse destansı şiirler yazmaya başladım. Önümde bir örnek yoktu; şiirler, zorlama olmadan, hem kendi yaşamımdan hem başkalarının yaşamlarından sesler biçiminde geliyordu bana. Ama hem babaevinin hem sevgili eşimin doğdugu Hindistan'ın sözcükleri ile ezgileri de vardı o şiirlerde.

    Şiir deyince ne anladığım sorulduğunda, bocalarım. Ama kendimi beğenmişlikle, " İyi şiir nedir, bilmiyorum; ancak karşıma çıktığında tanırım" demek geliyor içimden. Gene de örneğin Paul Eluard'ın yaptığı tanımın doğru olduğunu sanıyorum: İçinde şiirsel bir gerçeğin apaçık gösterildiği bir şiir bizi okşar, yaşamımızı değiştirir". Carl Sandburg'un tanımında da bir doğruluk payı buluyorum:" Şiir dünyanın yaşama ilkin beşik sonra gömüt olması çelişkisine gem vurmaktır". Ya da Nazım Hikmet'le birlikte söyle diyebilirim:

"Annelerin ninnilerinden
            spikerin okudugu habere kadar
yürekte, kitapta
            ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak sevgilim, o müthiş bir bahtiyarlık
anlamak gideni ve gelmekte olanı."

Şiir, hem ozanın hem yazıldığı çağın bir resmi; hem ozanın kendisinin hem başkalarının yaşamını anlama çabasıdır. Sözcükleri, ezgisi, dizemi, durakları ile şiir bundan da fazlası olabilir, ama hiçbir zaman bundan azı degildir.

Erik STINUS

Kopenhag, 6 Eylül 1995
Çeviri: Murat Alpar